bir düş gördüm, gerçeğe uyandım!
Yazan: Nurdal Durmuş
bir düş gördüm, gerçeğe uyandım!
Bu şehirde çok fazla modern cinnet geçiriyoruz. Biraz uzaklaşmak iyi gelecek! İstanbul’dan ayrılırken tek yaptığım şey hoşçakal umursamaz şehir demekti. Oysa geri döneceğimi biliyordum da; ben de, seni umursamıyorum numarası yaptım…
Gökhan’la uçağın en arkalarında cam mı, kordidor mu kavgası yapmadan oturup, bulutların üzerinde hayallere daldık. Demokratik açılım için fikirler bile ürettik. Mesela, Doğu’ya giden-gelen uçaklarda “Türkçe ve İngilizce yapılan anonslara Kürtçe de eklenmeli.
Gökyüzü fotoğrafçılığı yapmak istiyorum; vatandaş Rıza’nın azarını işitip yerime oturuyorum. Oysa kemer ikaz ışıkları sönünce fotoğraf çekmek yasak değil. Kimse ne bu anonsları biliyor, ne de bilmediğini… Gökhan -boşver diyor, adama öfkeyle bakıp susuyorum. Yine de fırça yiyene kadar epey resim çekmiştim.
…
Uçağın yarısı asker dolu. Hakkari Yükseova’ya, askere gidişimi hatırladım. Uzun pusuları, çatışmaları, yaralanan ve şehit düşen arkadaşlarımı gördüm onların yüzünde. Yutkundum, tek satır edemedim. Yeter ki iyi olsunlardı. Hepsi geçecekti!
…
Muş’tayız.
Yüksel, davul zurnayla karşılayacaktı ama alkışla yetindik 🙂
İsa, Ali, Yüksel, Gökhan, Ben ve sonsuz bir ova.
Güzel yemekler, güleryüzlü insanlar, taş atmayan güzel çocuklar hepsi var bu şehirde.
Kaygısız sokalara atıyoruz kendimizi. Doğuya giden metropol insanı neden kaygılanır acaba? Oysa herkes insanca yaşama kaygısında!
Yine de içimde ne olur ne olmaz temkini var. Ama insanlar ve çocuklar o kadar kuşatıcı ki… Kendimi bir anda Muş’un varoşlarında çocukların oyun halkasının içinde buluyorum. Issız sokaklarda kimseden ürkmeden çocukluğumla buluşuyor, oyun halkasına dahil oluyor, bir gülüşe bütün oyunlardaki zaferlerimi feda ediyorum.
Elimizde fotoğraf makinesini gören bir sürü çocuk başımıza toplanıyor. Hepsi bayram tebrik kartlarından hayata fırlamış kadar renkli… Allah’ım, ne çok umut var…
Duvarlar, çocuklar, tarihi camiler, çarşılar, nasırlaşmış eller, çekingen anneler, tütünden bıyıkları sararmış babalar ve gökkuşağı renginde çocuklar. Görmek isteyen için her yerde ne çok kardeşlik, insanlık var!
….
Yarın, Nemrut dağına tırmanış var. Sözde erken uyuyacağız. Muş’u en tepeden, kaleden görelim, gece sokakta yürüyelim, çevapi içelim, Alparslan heykeline kadar gidelim derken yattığımızda saat üçtü…
Burası İsa, Ali ve birkaç öğretmenin paylaştığı ev. Onlara misafir oluyoruz. Hem uyumasak ne olacak. İnanın beş yıldızlı otellerde bu muhabbeti, yerde uyumanın keyfini ve kaygısız serseliğinin huzurunu bulamazsınız.
Saatler kuruldu, ama sözde. Sabah bizi alarmlar değil, Ulu caminin müezzini uyandırdı.
Sabah…
Sisli havada ön koltuğa sıkışmış dört kişi ilerliyoruz…
Anadoluyu gezerken en çok yaptığım şeylerden birisi yerel radyo istasyonlarına mesaj atarak istek şarkısı dinlemek ya da dj’leri işletmektir. Hiç unutmuyorum, Amasra’dan dönerken “rumuz gizli sevda” diye bir radyocuyu acayip işletmiştim. O’na ilanı aşk mesajı atıp, altına isim olarak rumuz gizli sevda yazmıştım. Utanmadan üstüne arabesk bir şarkı da istemiştim. Dj kızcağız mesajımdan o kadar büyülenmiştiki, şarkı arşivinde olmamasına rağmen internetten bulup dinletme gereği duymuştu. Sevmediğim bir şarkıydı ama istemiştim. Yapmadığım bir davranıştı ama yapmıştım.
Sonra çok mahçup oldum, utandım… Yaptığıma değil de, doğrusu dj kızın mesajı bukadar ciddiye alacağını ummamıştım.
…
Neyse…
Muş ovasından Bitlis’e ilerlerken, Doğu’da böyle yollar var mı hayretindeyiz. Muş’un yerel radyosu 49’da Ayça isimli bir dj yayında.
Ferhat Göçer’in ardından, Şebnem Ferah çalabilecek kadar deli!
Yüksel,
-ilkokuldan arkadaşım dedi; hemen arattım.
Şarkı arası Ayça’ya cepten ulaştık.
Aslında hep, İstanbul radyolarının dünyanın merkeziymiş gibi şehir eksenli yayınlar yapmasını eleştirmişimdir.
Düşünsenize… Siz radyoda, Çamlıca veya Kızkulesi üzerine muhabbet ederken Muş’ta hayat, odun sobasının etrafında yün ören ya da efkarla sigarasını çekip İstanbulla ilgili tek bir anısı olmayan insanlarla akıp gidiyor.
Ayça cep telefonunu açıyor.
Yüksel;
-Ayça merhaba. Maalesef sabah sabah seni dinlemek zorunda kaldık gibi saçma bir espri yapıyor!
-İstanbul’dan üstat bir radyocu ve yazar arkadaşlar var, istek istiyoruz diye emrivaki konuşmayı da ihmal etmiyor.
-aaa öyle mi? ne istiyorsunuz?
Ben hemen atlıyorum…
İstanbul’da sonbahar “Teo”. Nedenini bilmiyorum aklıma ilk gelen şarkı oydu.
İçimden “Muş ovasında, İstanbulda sonbahar dinlemek nasıl bir duygudur acaba ve benden başka bu şehirde yaşayan kaç kişiyi ilgilendirir? diye geçiyor.
Ayça; -ama o slow, ben hareketli çalıyorum falan dedi ama kıramadı Yüksel’i
Ayça mikrofon başına geçiyor, bana ve arkadaşlarıma şarkıyı armağan ediyor, üzerine üçbeş cilalı cümle kurguluyor ve play tuşuna basıyor.
Muş-Bitlis arası sisli duble bir yol ve İstanbul’da sonbahar…
Muhteşem ve anlaşılmaz bir duygu.
Tarif edemem ama Ayça’ya teşekkür edebilirim.
Eyvallah…
Nemrut dağına kayak tesisi ve teleferik yapılmış ama dağa çıktığımızda bizden başka kimsenin olmadığını gördük. Görevli bile yoktu. Belki pazar çalışmıyordur…
Karlı ve çamurlu olduğu için, bir noktadan sonra krater gölüne inmek için yürümek zorunda kaldık. Gidiş-dönüş yaklaşık iki saat yürüdük. Kartopu oynadık, karlarda yuvarlandık, krater gölünde yaban ördeklerini izledik. Gülen pozlar verip dertlerimizi gizlemeye çalıştık. Aklımıza gelen bütün cümleleri karşı dağlardan yankısını duyana kadar yüksek sesle bağırdık. Şiir okuduk. Kimseden utanmadık! Van gölünü zirveden gördük, Tatvan’ı ve bütün şehirleri çok sevdik. (daha fazlasını bilerek yazmıyorum)
Geri dönüşte Hasköy’e, bir lokantaya girip döner yedik. Bakkalarda bulamadığımız sigarayı turkcell bayisinde bulduk. Esra’yla görüşmüştük dağdayken. Hürriyet gazetesinde ropörtajı yayınlanmış, bakabildin mi? diye sordu. Nemrut dağındayım, inince bakarım demiştim ama gazete bulamadım. Okunmadığı için Hürriyet, light olduğu için Malboro satmıyorlarmış!
…
Hasköy’de yatılı ilköğretim bölge okulunu ziyaret ettik. Eda öğretmen pazar günü nöbetçi. Öğrencileriyle arkadaş olmuş bahçede sohbet ediyor. Bizi güleryüzle karşılayıp öğrencilerine tanıştırıyor. Kendini tanıtıyor, tanışıyoruz. Gülücük etrafımızı sarıyor. Bu çocuklar kimseye taş atmıyor, kalem tutan elleriyle hayat yoğuruyor! Yüzlerde nasıl bir parıltı var görmenizi isterdim. Yatılı okulda büyümüş biri olarak öyle garip oldum ki anlatamam.İlkokul bire giden çocuklar bile var. Oysa akşam, Annelerinin saçlarını okşamasına, ninni söylemesine muhtaçlar.
Allah’ım şüphesiz yaraları iyi edensin ama;ne çok acı var!
Çok mutlu gibiydiler. Ben niye hüzünlendim! O bakışları unutamıyorum. İki kız öğrenci vardı. İsimleri önemli değildi. Birinin elinde Goethe / Faust isimli kitap var. Neden şaşırdım peki? Sanki zamanın hızlı akmasını, hemen büyümeyi ve buradan kurtulmayı, bizim gibi olmayı hayal etmişler gibiydiler. Eve çok sevdiğiniz biri misafir gelmiş gibi sevindi bu çocuklar. Hediye verebilecek tek bir şey almamışız yanımıza ne kötü! Ama ziyaretimiz onlar için bir hediye gibiydi!
Ne güzel içlerinde birikenleri görebilmek, bu hüznü sizi anlıyorum demeden yaşayabilmek. Veda vakti. El sallıyorlar, sarılıyorlar ve hepimizi hocam güle güle diye gülücükleriyle uğurluyorlar.
…
Yüksel, İsa ve diğerleri…
Vedalaşmalar. Gözü arkada kalmalar. Gitmek isteyip gidilemeyen yerler…
Yine eksik bir şey kalmış ya da bir şey unutulmuş hissi.
Havaalanı. Alkışlarla gelip, hüzünle ayrılmak. Kemer çıkartmaktan nefret ediyorum ama güvenlik aramaları bu bölgede oldukça sıkı…
….
Dönüş uçağı…
Hosteslere bizden başka kimsenin layık görmediği nezaket cümleleri.
Koltuklara yorgun argın oturuşlar. Yanımda teskeresini almış Afyon’lu bir asker. Sevinçten havalara uçuyor, nişanlısı onu beklermiş. Annen, baban beklemiyor mu? diye sordum. Abi onlarda bekliyor ama…
Demiştim, hepsi geçecekti!
Bulutlar…
…
Trenin ürkmeyeceğini bile bile raylarda korkuluk olmak ve boylu boyuna raylara uzanmak güzeldi.
Çocuklar güzeldi, krater gölü güzeldi, Nemrut dağı güzeldi, Van gölü güzeldi, dağa tırmanırken kara saplanmak güzeldi, yerel radyolardan istek şarkıları çaldırmak güzeldi. Sanki hepsi….
Muş, Bitlis, ara duraklar, son istasyonlar, köyler, uzun yollar, uzun yürüyüşler, güzel dostlar, sisler…
Sonra Ankara, en nihayetinde ah İstanbul.
Merhaba umursamaz şehir! Merhaba modern cinnet!
Nurdal Durmuş
bir düş gördüm, gerçeğe uyandım
Rayların üzerinden henüz Doğu ekspresi geçmemişken….
Saat: 15:55
“kimlik; insanca yaşamak değil, islamca yaşamakla kazanılır..” çok doğru..
SAHANE FOTOLAR MEST OLDUM PAYLASIMLARINIZ ICIN TSK….
akıcı ve güzel bir uslup fakat sadece sizi ve arkadaşlarınızı tanıyanlar için..
”Doğuya giden metropol insanı neden kaygılanır acaba?Oysa herkes insanca yaşama kaygısında!”
çok haklı sayılmazsınız. kaygı dediğiniz sadece özlemdir. doğunun metropolleştiği tek şehirdir istanbul..
kimlik insanca yaşamak değil,islamca yaşamakla kazanılır.
sınavlardan nete giremedim ki.çok güzel yazmışsın nurdal abi. çocuklar olmayınca tabiat eksik oluyor. kuş sesleri kadar ihtiyaç onlar. dokunulmamış güzellik bu doğa. misafirliğinizi hediye görmekte haklılar.
öncelikle beni diğer dj ler gibi işletmediğiniz için teşekkür mü etmeliyim:) paylaşımınız için teşekkürler kib aeo hoşçakalın
şahsıma yapılan isnad üzerine ilk defa yorum yazıyorum. 2004-2007 yılları arasında aktif olan, editörü olduğum 3000 üyeli ve yöneticilerinden 3 tanesinin(dergide devam eden ekip) ana dili kürtçe olan sitemizde, ortak kararla kürtçe içerikler silindi. bir forum ortamında bunu anlayamamak bu kadar mı güç? kürtçeyi yasaklayan kurum bizmişiz gibi hareket eden, defalarca uyarımıza, ricalarımıza rağmen her şeyin altına provakatif kürtçe yorum yazanları silmek kürt diline düşmanlık mıdır? el insaf
kürt sorununun bugün bu hale gelmesindeki paylardan biri mustafa islamoğlu hocanında dediği gibi müslümanlarındır. eğer meseleye başından beri islami bir duyarlılıkla sahip çıkılsaydı böyle olmayacaktı. marksist solculara kalmayacaktı mesele. müslümanlarsa ne yaptılar, görmezden geldiler, kendi bulundukları ortamlarda bile yasakladılar kürtçeyi.
ama, şimdi vakit karşılıklı kutuplaşmayı değil aramızdaki birliği güçlendirmenin vaktidir. daha fazla uzatmamak lazım meseleleri.
geldiler yine!
yazıdan pay almak istemeyip, yazarın ve çevresindekilerin geçmiş, şimdi ve yarınlarına dil uzatmak isteyen tonlarca insan elbette ki olacaktır. olmuştur da. ama bir şey daha olmuştur ” aynayı kırmıştır bu insanlar, kendilerinin ne denli değişime uğradığını görememiştir”
güzel bakan güzel görür. güzel görün ne olur. ne olur insanların güzelliklerini kirletme çabası gütmeyin artık.
-nurdal beyin avukatı-
Uzak ve Yabancı
Yabancı, uzak ve soğuk bir yazı. Radyocular ile ilgili kısmın da kurgu olduğunu düşünmek istiyor insan.
nasıl göz, kimin?
yazı gel-gitli biçimde cıvıklaşıyor, ama hiç gitmediği yer şu cümle: ”bu çocuklar kimseye taş atmıyor, kalem tutan elleriyle hayat yoğuruyor!” kutsal aydınlanmanın, andımız’ın, romantik çevirisi burası. da bu yazıda ne işi olsa gerek? bir de ağlanacak hâl, sivas’ın ötesine geçtiğinde melankoli yapmak ve oryantal bakışla oraları resmetmek değil mi? neye ağladınız ki o kadar, ‘ayy çok yazıııık hem çok duygu yüklüü’, çarpıklığında.
uçakta kürtçe anons?
sayın gökhan şimşek, otuzuncuharf forumunda, bazı üyeleri kürtçe mesaj yazdıkları için üyelikten çıkarmamış mıydı? mesajlarını silmemiş miydi?
kürtçe yalnızca uçakta mı serbest?
dj’den, “derdim çoktur hangisine yanayım” türküsünü çalmasını rica ediyorum.
🙂
-baba, ben milletin niye ağladığını anlayamadım hala…
-açılıma katkıda bulunuyorlar oğlum
-nasıl yani?
-ağlayan açılır ya o açıdan…
-iyi de sen oniki sene oralarda öğretmenlik yaparken hiç ağlamamıştın…
-ben ağlamıyorum oğlum, ben ANLIYORUM!
taş atmayan elden hayır gelmez. taş tutmayan elin tuttuğu kalemden bir cacık olmaz nurdal efendi. öyle salya-sümük “doğu” edebiyatı da olmaz. neyin doğusu, istanbulunun mu? oranın bir adı var nurdal aga, o insanları adları var. o adların bir mücadelesi var, o mücadelenin kazanımları var. bunları hiçe sayarak duble yolda romantizm samimiyetsizlikten öte değil. ayağın yere basmıyor nurdal efendi, iyi bakmamışsın kürt çocuklarının gözüne.
bir oryantalist yazısı. bu yazı gerçekten bir oryantalist yazısı gibi olmuş, sanki muş’a değil tayland’a gitmiş arkadaş. içerik çok uyuşumsuz olmuş, burada “ışıktan doğudan yükselir”le alakalı bir şey göremedim ben.
yazandan ziyade durumdur kötülenmesi gereken
doğuya giden herhangi bir metropol insanının sanki başka ülkeye gitmişçesine takındığı tavırdır bu. hissettiğinizi yazmışsınız, hislerinize kızamam. ancak acı olan şu ki; kendi ülkemizde birbirimize yabancılaşmışız haberimiz yok. bunun o kadar çok örneğini görüyorum ki. doğuyu bilmeden doğuya yapılacak en küçük bir hizmeti bile çok gören küçük insanlar midemi bulandırıyor..!ama yine de…her şeyin çok daha güzel olacağına dair umudum sönmüyor. her şeye rağmen iyi olacağız inşallah,çok daha iyi!
Okurken 30.harfi elime aldığımda okuduğum ilk yazısı, derginin son yazısı olan ‘terkettiğimiz doğu’ isimli Adem Dönmez yazısını anımsattı ve aynı hüznün tadını verdi.. O kadar da maşrıklı olmaya gerek yok. Şarkın en bizden olanı işte oralar.. Ve ‘öteki’ olmayan onlar..
‘Uzun tel örgünün bir yanı İran, diğer yanı Türkiye’ydi.Bizi biz, onları onlar yapan sadece bu tellerdi ve yolculuğun geri kalan kısmında hep ‘siz’ ile başlayan cümleler kurulacaktı bize, biliyordum.”(a.d)
‘Görmek isteyen için her yerde ne çok kardeşlik, insanlık var!’
Görmek istemeyen, melez çocuğu bu dünyanın.. Ne Doğulu, ne Anadolulu! ne de başka bi sey ….
Anlamıyorum, anlamak da istemiyorum; tamamen ‘baskası’ bilip kendimizden, ülkemizden ayrı bir yerde tam ifadesiyle ‘dışarıda’ bırakmaya çalıştıkları bu insanların, zaman zaman kendine kızmalarını ve kendilerince tepki göstermelerini nasıl da haksız buluyorlar?
Öteki değiller, ve arada bir sınır teli de yok… Doğu iste tam da surada….
Ve gidip görmek lazım, ‘Allah’ım, ne çok umut var…’ diyebimek toprak kokan ve çamur izi olan o küçücük ‘oyun çocukları’nın yüzlerinde dahi..
Bu yoldan ayırmasın seni ve böye yol arkadaşlarından.. Daha uzuuunca yol yazıları yazmayı nasip etsin..
Gitmediğimiz yerlere götür bizi.. Gelemedikleri yerlere getir….
Gittiğin yollarda da, geride bıraktıklarında senden razı bi sekilde vedalassın senle..Sen daha çokca yaşa olur mu?
Nice mutlu yıllara abi;)
Okurken 30.harfi elime aldığımda okuduğum ilk yazısı, derginin son yazısı olan ‘terkettiğimiz doğu’ isimli Adem Dönmez yazısını anımsattı ve aynı hüznün tadını verdi.. O kadar da maşrıklı olmaya gerek yok. Şarkın en bizden olanı işte oralar.. Ve ‘öteki’ olmayan onlar..
‘Uzun tel örgünün bir yanı İran, diğer yanı Türkiye’ydi.Bizi biz, onları onlar yapan sadece bu tellerdi ve yolculuğun geri kalan kısmında hep ‘siz’ ile başlayan cümleler kurulacaktı bize, biliyordum.”(a.d)
‘Görmek isteyen için her yerde ne çok kardeşlik, insanlık var!’
Görmek istemeyen, melez çocuğu bu dünyanın.. Ne Doğulu, ne Anadolulu! ne de başka bi sey ….
Anlamıyorum, anlamak da istemiyorum; tamamen ‘baskası’ bilip kendimizden, ülkemizden ayrı bir yerde tam ifadesiyle ‘dışarıda’ bırakmaya çalıştıkları bu insanların, zaman zaman kendine kızmalarını ve kendilerince tepki göstermelerini nasıl da haksız buluyorlar?
Öteki değiller, ve arada bir sınır teli de yok… Doğu iste tam da surada….
Ve gidip görmek lazım, ‘Allah’ım, ne çok umut var…’ diyebimek toprak kokan ve çamur izi olan o küçücük ‘oyun çocukları’nın yüzlerinde dahi..
Bu yoldan ayırmasın seni ve böye yol arkadaşlarından.. Daha uzuuunca yol yazıları yazmayı nasip etsin..
Gitmediğimiz yerlere götür bizi.. Gelemedikleri yerlere getir….
Gittiğin yollarda da, geride bıraktıklarında senden razı bi sekilde vedalassın senle..Sen daha çokca yaşa olur mu?
Nice mutlu yıllara abicim;)
Bu çocuklar kimseye taş atmıyor, kalem tutan elleriyle hayat yoğuruyor!
Modern cinnet sözcüğünden son satırına kadar şiir gibi okudum. Defalarca okudum. Bu nasıl akışkan bir anlatım dilidir çözebilmiş değilim. Bir sürü yıldız cümle var. Ne yana baksam neşe, hüzün ve hissedilen mutluluk var.
Teşekkürler sayın durmuş.
ağlamıyorum!
japon turist havasında doğu anlatılmaz arkadaşım yinede eline sağlık
Siz okurken ağlamışsınız. Ben bitirdim hala ağlıyorum…
ille kıskandıracaksınız he. Anlatım dili ve resimler çok güzel teşekkürler abi.
Aferin. Tebrik ederim Nurdal Durmuş. Her gittiğin yerde radyoculara mesaj at. Eski bir alışkanlık olsa gerek.
Doğunun parıltılı yüzü hep ilgimi çekmiştir-çocuklar-
ve Nurdal Beyin doğu gezisini çok büyük bir duygu seliyle okudum. gerçekten hislerini çok iyi ifade etmiş. Sanki hepimiz birlikte gezindik. çok teşekkür ederim, hislerinin yoğunluğunu buralara kadar taşığından ötürü.
Yıllar boyu bizlere dikta edilen batı denilen güruhun aslında batmakta olduğunu ve bir yerlerde doğmakta olan güneşi görmemize yardımcı olan her insan takdire şayandır.Nurdal DURMUŞ kardeşimiz de bazılarının gören gözleri ile dahi görmek istemediklerini bir kez daha göstermeye çalışmış ve hafızalarda ki yanılgı dolu düşüncelere gem vurma arzularımızı bir kez daha kamçılamıştır.Bizler edebi yazılmış yazıların içerisinde ki hazineyi alamayacak kadar cahil yaratılmadık.Her insan çok iyi düşünmeli.
Okurken gözyaşlarımı tutamadım. Ellerine, yüreğine sağlık Nurdal abim…
abilerim allah rızası yolunda gidiyorsunuz inşaallah bu yolda oldugunuz ve Onu anlatmak için gittiginiz sürece kıskansam bile sizi yolunuzun acık olması için ismen dualarım sizinle gayeniz rıza-i ilahi yolunuz cennete gden yollar olsun.. sizde unutmayın duada
kıskandırın bakalım bizi.
cok güzel bı düş ………… bazen düşlere ınanmak lazım
keske her sey bır düs kadar guzel olsa…….. tesekkurler
uzun zamandır gözüme uzun gelmesine rağmen bitmemesini isteyerek bir çırpıda okuduğum, okurken sanki yaşadığım güzel bir yazıydı…bizim için sanki masal, görmeden yaşamadan bilemediğiz hayatları bir an bile olsa farketmemizi sağladığın için teşekkürler… çok okuyanmı çok gezen mi… sevgiler…
ne kadar ama ne kadar gıcık olduğunu asla tahmin edemezsin.
ne gıcık bi adamsın ki senin günlüğünle aynı paralellikte gidiyor herşey.
zaten yağmurlu c.tesi gününü anlattığın gün, sırf sen yazdın diye yazacağım yazıdan vazgeçmiştim.
benim gönlümden geçenleri sobelemesen diyorum artık. 😛
yazacaklarımı nasıl başarıp benden önce yazıyorsun bilmiyorum ama zamanlama mükemmel.
neyse çok yorgunum. gidip uyusam fena olmayacak.
hadi görüşmek üzere…
selam ve hürmetler.
Ne denir ki,her anını nefes nefese yaşadığınız,bu tadı damakta haddinden fazla biriken gezi için… Uzaktan da olsa bu karelerin içine girmek güzeldi…
Hele o çocukların yüzyıl geçse sönmeyecek, göz uçlarından hayata açılan pencere yok mu?Okyanus aşırı gitmeye değer,gariban bir radyocunun ben neymişim tatminini kırık bir keşkeyle bitirmeye değer,o köpüğü kendinden çok ayranı içmeden önce izlemeye değer,bir bakışa koca bir mahalle maçını vermeye değer,Ve vatandaş Rıza’yı pencereye çağırıp,kardeşim şu endamı bir gör demeye değer mi? değer: ))
Keyifliydi Nurdal Durmuş,bu keyfi yaşayan ve yaşatanlara derin saygımla…
Eyvallah…