18 Mart 2015

Türk Sineması Üzerine Mülahazalar

ile Nurdal Durmuş

I.
Çocukluğumu ve sinemaya bakış açımı derinden etkileyen en önemli Yeşilçam filmi 1985 yapımı ‘Kurbağalar’ filmidir. Çocukluğum bir göl kenarına kurulu yayla evinde sabaha kadar kurbağa sesleri uykusuzluğuyla geçti. Film 1985 yılı yapımı olsa da benim izlemem 90’lı yılların başına rastlar. Sonuçta Anadolu’da 80 kuşağı için Televizyon doğduklarında evlerinde olmadığı için icat sayılır. İlk onlu yaş diliminde üstelik TV’de ilk izlediğim film olması nedeniyle ‘Kurbağalar’ filmini ürkütücü, dehşet verici ve zihnimden çıkaramadığım bir film olarak hatırlarım. O filmde kurbağaları şişirerek patlatan bir çocuk sahnesi vardır. Hâlâ tüylerimi diken diken eder. Bu yüzden çocukluğumun fotoğraf karelerine sinen bütün bakışlarım o kurbağaların hüznü kadar dehşetengiz ve akıldan çıkmaz bir korku filmi sahnesi gibidir. Ve o sahne şimdiye kadar izlediğim ve bundan sonra izleyeceğim bütün filmlerden daha baskın bir etki bırakmıştır.

II


Cüneyt Arkın’ın kötü adamları dövdüğü bir filmde, Kemal Sunal’ın kabadayısında hep dayak yiyen iyi kalpli bir figüran vardır Yadigâr Ejder. Benim kahramanım figüran yadigâr’dır. Filmi izleyenlerin kötü rolde oynadığı için yadigâra küfretmesi, gülmesi, aşağılaması onun gözümdeki değerini hiç düşürmemiştir. İzlediğim tüm filmlerinde Yadigâr’ın o sert görünümünün, iri yarı vücudunun altında ürkek ve masum bir çocuk yüzü olduğunu düşünmüşümdür. Hiçbir zaman kötü olamayacak kadar iyi bir adamdır o… Sadece iyi bir dünyada yaşamak için kötü rolü yapan çaresiz bir adamdır Yadigâr. Her filmde figüran olmak kaderi olsa da benim için izlediğim her filmin başrol oyuncusudur. Yadigâr emekçidir, sanatçıdır, açtır; aşağılanan, küçücük başrol oyuncularından büyük şamarlar yiyerek çocukları neşelendiren oyun arkadaşıdır. Nitekim hayatı ve sanatı gibi ölümü de hazin olmuştur. Kirasını ödeyemediği için evden kovulduğundan güldürdüğü çocukların haberi olmamıştır. Soğuk bir gece vakti Taksim’de bir bankta sabahlamak zorunda kaldığından belediyenin haberi olmamıştır. Bu nedenle Yadigar’ın son rolü çok sahicidir. Bir gece sabaha karşı bir bankta Azrail’le karşılaşmış ve öylece yere yığılmıştır. Öldüğünden başrol oyuncularının haberi olmamıştır. Ama bu sefer kimse Yadigâr’a gülememiş, küfredememiş, aşağılayamamıştır. Yadigâr’a hayatında layık görülmeyen başrol oyunculuğu hayat sahnesinden silinirken Azrail tarafından verilmiştir.

III


Türk filmleri haftada bir, sanırım, pazartesi geceleriydi tek kanal dönemi TRT’de yayınlanırdı. Sanki Türk filmi izlemek bir şehirden başka bir şehre gitmek, yeni bir hayalin gerçekleşmesi, başımıza hiç alışık olmadığımız sıra dışı bir şeyin gelmesi gibiydi. Filmin adı, konusu, kimin oynadığı önemli değildi. Önemli olan Türk filminin o saatte izlenmesiydi. Bu filmlerin birçoğu ilgimizi çekmeyen saçma şeyler olsa da sonuna kadar izlenir öyle uyunulurdu. En büyük kutsal görev haftada bir Türk filmi yayınını bekleme işiydi. Kemal Sunal, Cüneyt Arkın, Malkoçoğlu, Tarkan ve Köroğlu tarzı filmler çıkarsa bu beklentiler tavan yapardı.
Cüneyt arkın filmlerini her izleyişimde içimde büyüyen “Adam olunca polis olup ben de kötüleri dövecem!” isteği hala canlı duruyor. Zengin veletlerin fakir çocuklarla alay edişinde fakirlerden yana tavır almayı bu filmlerden öğrenmişimdir. Masumiyet diye bir şeyin varlığını bana sinema öğretmiştir. Mazlumdan yana olmayı da…

ıv

Türk sineması, Türk toplumun genel yapısın çok içinde yer alan ve bütün dünyadaki örneklerine baktığınızda en fazla örtüşen gerçek hayat sahnelerinden oluşur. Senaryolar bu toprakların gerçek aşkları, ayrılıkları, acıları, sorunları, yaşam modellerinden çıkmıştır. Diğer ülke sinemalarında bu tam olarak böyle değildir; daha soyut ve daha hayalcidir. Toplumda yaşananlardan ziyade ideal toplum, modern toplum, teknoloji toplumu hayallerinin yansımaları vardır. Oysa Türk toplumunda her gelinin kaynanası Aliye Rona’ya gerçekten benzetilir. Her dul kadının başına gelenler ya da gelecekler üç aşağı beş yukarı filmlerdeki gibidir. Her güzel, her yiğit, her rütbe sahibi, her özentinin neden sonuç ilişkisi üç aşağı beş yukarı Türk filmlerinde anlatıldığı gibi gerçek hayatta da cereyan eder. Her kaynana hem güzel, hem aklı başında, hem namuslu hem kocasına hem kocasının anne baba ve ailesine saygılı olan bir gelin ister. Filmlerde olduğu gibi yiğit bir erkek doğursun ister, kız olursa da hayrolsun tevekkülündedir.
Bütün çocukların kahramanı Malkoçoğlu, Kara Murat ve kötülerle mücadele eden komiser rolündeki Cüneyt Arkın’dır. Büyümek, polis olmak ve kötüleri dövmek suçlarla savaşmak, paltonun altında silah taşımak bunun insan vereceği özgüveni hissetmek bir film karakteriyle sahici bir hayatta örtüşmek türünden şeylerdir. Bugün bu karakterlerin sadece adları değişti.
Kısaca Türkiye’de sinema hayatla hep iç içe ve birbirini tamamlayan iki kardeş gibidir.

V

Yeşilçam ismi Hollywood gibi kendi marka değeri ekseninde sinemayı sadece bir sanat değil daha fazlası görerek toparlanmalıdır. Hollywood yapımı filmler gibi Yeşilçam yapımı filmler kavramı Türkiye’nin doğal, kültürel, inanç, turizm potansiyelini de göz ardı etmeden ve gelişmiş tekniklerle yeniden diriltilmeli ve uluslararası bir marka haline getirilmediler. Zira sinema günümüzde savaşlar, işgaller, katliamlar, küresel güç dengeleri, kültürel etkileşim, turizm, siyaset ve ekonomide ve daha fazlasında kitle zihinlerini kontrol altında tutan, yönlendiren ve düşünme biçimlerine doğrudan etki ederek derinden etkileyen ciddi bir silahtır.

Nurdal Durmuş
Türk Sineması Üzerine Mülahazalar

Sosyal Medya Hesaplarını Takip Etmek İçin;

InstagramFacebookTwitterLinkedin