13 Kasım 2016

Dünya Üç Günlük. İki Günü Yaşanmış!

ile Nurdal Durmuş

Dünya Üç Günlük. İki Günü Yaşanmış!

Nurdal Durmuş Biyografisine buradan ulaşabilirsiniz.

vaya,

Yazar, radyo programcısı.
Rakamların rakımlarından, haberlerin bültenlerinden nefret ediyor.
Hayatın kısa, kısadan da kısa olduğunu düşünüyor.
Ömrün en uzak mesafesi yanı başımız olduğundan;
En nihayet insan ve çok yakında ölecek!

 

Annem [Ömrünün 83. Sayfasında]
Bir zamanlar ekmek kuyruğunda beklermiş annem.
Gaz kuyruğunda.
Her yıl 1 metrelik kumaş verilirmiş Sümerbank’tan: Karneyle senede sadece bir metre elbiselik kumaş…
Bir kurşun kalemle birkaç yıl okula gidilir, ayağa çarık giyilir, birkaç yaprak bulunursa defter olarak kullanılırmış. Silgisi, kalemi, defteri, çantası, elbisesi, emeği kısaca hayatı ortak olan insanlar varmış bir zamanlar.
Araba yokmuş, yol yokmuş, ışık yokmuş, iletişim araçları yokmuş; hep yokluk sürekli yoksulluk her şeyden yoksunluk varmış kısaca.
Hiçbir şeyi olmadığı zamanları da olmuş annemin, biraz bir şeyleri olduğu zamanları da.
Gaz lambası ışığında kilim dokuduğu zamanları da olmuş, gaz ve ip bulunmayan zamanları da.
Fakirlik tarifi sanki bu anlatılanlar.
Tüketmek değil de tükenmek tarifi.
Bulmak değil de ummak tarifi.

Babam [Ömrünün 86. Sayfasında]
Kağnıyla tarla sürer, hızarla odun keser; köyden ilçeye yürüyerek iner sırtında heybeyle azık taşır, ekmeğini taştan çıkartırmış.
Her çocuk çoban doğar, oyuncak nedir bilmeden büyür; biraz şansı varsa okula gönderilir; biraz şansı varsa kalemi, silgisi, öğretmeni olur; biraz şansı varsa kabuğunu kırıp memur olurmuş.
Babam memur olarak atandığı Ardahan’a kilometrelerce yol yürüyerek yayan gidermiş. Gittiği yerde bir evin ahırında 6 sene yatıp kalkmış. Gözleri dolmuş, aklı durmuş, kanı donmuş, nefesi kesilmiş ama olmuş bunlar.
Yaşanmış…
Askere giden, gurbete giden, hatta uzağa gerek yok evden tarlaya, yaylaya, kasabaya, komşuya gidenden bile haber almak mümkün değilmiş.
Hayatın geceleri karanlık, gündüzleri daha karanlık yaşanırmış.
Elektrik yok, yol yok, ulaşım yok, Modernizm yok, tüketmek yok.
Habire tükenen bir hayat.
Doktor da yok. Hastalık dediğin üç beş otla tedavi edilebilir bir şey ya da en fazla ölürsün işte.
İletişim nedir, tatil nedir, balayı nedir, sıcak yemek nedir, para nedir bilmezlermiş.
Tuzu, şekeri, tarladan üç beş ekin hasadıyla katık yapıp yerlermiş.
Araba nedir, haberleri yokmuş. Modern tarım, otomatik çamaşır/bulaşık yıkayan makineler, biçerdöverler, uçak vs. hiç bilmezlermiş.
Savaşlar başlar biter, işgaller başlar biter; insanlar doğar, yaşar, ölür; hükümet değişir, darbeler olur, dünya değişir ama kimsenin hemen haberi olmazmış.
TV nedir görmeden, radyo nedir bilmeden büyümüş ömürleri yoklukla tükenen bir kuşak kısaca.

Ben [Ömrümün 40. Sayfası]
77’de Şavşat’ın Hanlı Köyü’nde doğmuşum. Babamın söylediğine göre yedi kardeşten kimliğe doğum tarihi doğru yazılan tek kişi benmişim. 3 yaşımda seksen darbesi olmuş. İyi ki o zaman fark etmemişim bunu. Fark etmemişim ama hayata darbelerin kahramanı olmuşum.
Kendimi bildiğimde çobanlık yapıyordum. Diğer kardeşlerimle arada çok büyük yaş farklılığı olduğu için ‘Seni değirmende bulmuşlar!’ diye dalga geçilen, kandırılan bir çocukluk hatırlıyorum. Zaman zaman buna inandığım da oluyordu.

Televizyon olmadığı için İstanbul’u bilmezdim. Yazın köye gelenlerin anlattığı şeylerle kafamda deniz çizerdim. Hayal yüzdürdüğüm tek yer yaylamızın dereleriydi. Beyaz yakalı siyah bir önlüğüm, bezden dikilmiş bir çantam, ayağımda kara lastik vardı. Leş gibi kokardı. Yazın köye gelen ve ayağında spor ayakkabısı olan şehir çocuklarını kıskanırdım. Bisikletin ne olduğunu bilmeden motosikletimin olması hayalini kurardım. Hatırlıyorum çok duygusaldım. Şehirden gelen bütün kızlara güzel gözükmek kaygısı güderdim. Ama onlarla tek satır konuşamaz, yüzüm kızarır, oyun halkalarına dâhil olamazdım. Neden bilmiyorum ama hep saçlarımın rüzgârda dalgalanabilecek kadar uzamasını ve kızların bunu görmesini isterdim.

(Önal, Dursun Ali, Erol, Varol Abi, Özgür…) Simalar aklımda ama isimler gitmiş.

Ben: Ayakta olan

Ben: Ayakta olan

Babamın kucağına alıp evladım dediğini hiç anımsamıyorum. Neden Anadolu’da böyle saçma gelenekler var ki? Baba evladını sevmez, öpmez kucaklamaz mı? Ayıpmış! Ağabeyim, büyüklerin yanında saç taranmaz, yakalı gömlek giyilmez devirlerinin bile olduğunu anlatır durur hala. Hayretler içinde kalırım. Hangi ayıp çocuğu baba şefkatinden mahrum bırakacak kadar kutsaldır acaba?

Annemle ilgili bildiğim birkaç şeyden biri nasihatleri ve dualarıdır. Bir de müthiş bilge bir kadın olduğu… Çok erken yaşta annesini kaybetmiş yetim ve fakir büyümüş. Anlatırken hep gözleri dolar. Her nasihatine uygun bir atasözü bilir. Bir keresinde yaylaya giderken uzun nasihatler etmiş; ‘Ben ölsem üzülür müsün?’ diye sormuştu. Sanırım sekiz yaşımda falandım. Annem bilmez ama çok ağlamıştım.

çocukluk Ortada duran benim. Tam karşındaki. Fenerbahçeliyim ama üzerimde cimbom forması var! Abim istanbul’dan getirmişti. Ne mutlu gündü!

Sonra parasız yatılı okulu kazandım. Yatılı ortaokulda öğretmenlerin bitlenmesin diye saçını sıfıra vurduğu çocuklardan biri oldum. Nefret ederdim bundan. Saçlarım rüzgârda dalgalanmalıydı. Bırakmıyordu katiller! Askeri disiplinden nefret ederdim. Yatılı okulda uzun yürüyüş provaları ve gece nöbetleri vardı. O yılları hiç unutamam, çok güzel âşıktım! Birbirimize hiç söyleyemeden yaşadığımız bir duyguydu. Kim bilir şimdi nerededir?

Savrulmuştum, içime kapanmıştım, mutsuz ve yalnızdım. Annem ve babamdan uzaklaşmıştım. Sadece bayramlarda ve yaz tatilinde ailemin yanına gidebiliyor, birinci vazifem olan çobanlığa geri dönüyordum.
Sonra bitmez sandığım o günler geride kaldı, okul bitti.
(Çiğdem&Selami Sun-Mehtap&Ersin Medin, Selma&Fikret Kunduracı, Mehmet Türk öğretmenlerime minnetle)

En önde uzanan

Sonra büyüdüm. Her şey ben yaşarken oldu!
Peki, o günlerden geriye ne kaldı?
Değişen ne, kim?
İklimler mi, insanlar mı, şehirler mi, şarkılar mı, ben mi?
Farkında olmadan aynı salon koridorlarında aynı şarkıya ıslık çaldığımız insanların seslerini neden duyamıyorum?
Ne bileyim bahar diye bir şey var. Çiçekler falan açıyor. Kuş var, çay var, simit var, her şey var. Mesela zor geçen bir çocukluğumun ardından gelen güzel günler var. İyi bir işim var. Birkaç alanda iyi derecede kendini kanıtlamış rütbelerim var. İyi kötü yolunda giden hayatım, sağlığım ve ailem var. Hepsini yazamam gerçi, utançlarım da var! Ahrette yüzlerine baktığımda yerin dibine geçeceğim bir sürü insan ve günahlarım da var! Buna rağmen bu gün bile tanımadığım yüzlerce insandan hayır dua ve doğum günü tebriği aldığım iyi bir kariyerim var. Kırıp döktüğüm, kırıp döken ve uzaklaştığımız eski dostlar var.
Hep yanımda olan, yanlarında olduğum iyi dostlarım da var.

Peki, neden  hep bir şeyler eksik gibi?
Neyin özlemini çekiyorum? Sanırım ben büyüyünce, insanlığın kasalarını doldurup hayatlarının içini boşalttığı dünyada huysuz bir rüzgâr esti. Cümleler ateşe verildi. Sevimli bütün harfler, masum çocukluk fotoğrafları yangınlarda kül oldu. Zaman saniyelerle ve dakikalarla ölçülebilir olma özelliğini çoktan yitirdi. Belki de böyle bir özelliği hiç yoktu. Her adımında para biriktirip hayat azaltan insanlık, parçalanmış yorgunluğunun farkına da varamadı. Aynalara her bakışta değişken yüzlerimizden bir sürü maske aktı. Kimse baktığı aynada gerçek yüzünü seçemez oldu. “Hangisi benim?” Sorusunu da soran olmadı. Geriye dönemedi, ileri gidemedi. Yollar aşıldı, yıllardan geçildi, yalanlara alışıldı, gerçeklere sırt çevrildi.

E sonra…
Sonra, ben çocukken açık duran pencereden gökyüzünün dallarına her gece sayısız basamaklar kurup, sırma saçlı gecenin simsiyah saçlarını okşayıp koynuna sakladığı yıldızları toplardım. Şimdilerde tek özlediğim şey geçmişim değil. “Geçmişte kaldı.” dediğim gerçekleri bile hayâl edemeyecek kadar yalan yaşıyor olmam. Galiba ben büyümekten değil, içimdeki sesi yitirmekten çok korkuyorum.
Ölüm kapımı çalmadan, Nuh dünya yutmuşluğumun kolundan tutup beni kurtarsın istiyorum.

Belki en iyi dostum hep “şükür” olsun istiyorum!
Bir de; Her gece açık duran penceremden gökyüzünün duvarlarına ışıltılı merdivenler dayayıp gecenin koynundan yıldızları toplayarak uykuya dalan çocukluğumun yaşlanmamasını, sadece büyümesini istiyorum!

Neyse sevgili ben!
Boş ver bu yazdıklarımı, boş ver! Nasılsa sonu gelmez. Sen yürümene bak.
Bir bak, bir düşün, bir yol bul kendine kentin çıkmaz sokaklarında. Bu uygarlık yaşanacak bir şey bırakmadı desen de yaşamana bak! Kaygı duy!
Sorgula bakalım neleri değiştirebilirsin?

Belki, “Bilmem!” dışında başka cevaplar da bulabilirsin.
Şurada toprağa ne kaldı azizim?
Kim bilir, belki de boş vermeyip bilirsin!

Ölüm henüz kapımı çalmamışken büyüdüğüm bir gün/lük.

nurdal çocukluk

Nurdal Durmuş Hayatı
İşte budur benim hikayem.
Kasım 2011/İstanbul