3 Ocak 2019

Hiç Kimselerin Hikâyesi ya da Önsöz

ile Nurdal Durmuş

Hiç Kimselerin Hikâyesi ya da Önsöz

Başlangıcı da sonu da belli olmayan bu şölende insanoğlunun ortaya koyabileceği en yüksek çıta yazmaktı. Yazmak, bilmeyi ve anlamayı da kapsadığı için yalnızca karakter transferi değil; hayâliyle, ıstırabıyla, hatasıyla ve doğrusuyla insana ait tüm unsurların yine insana geçmesi için köprü vazifesi görüyordu. Yazmak, aslında bilmenin değerini başkalarına ulaştırmak için ortaya konulmuş ve hiçbir zaman aşılamayacak büyük bir icattı. Yazı olmasaydı belki de hâlâ Âdem’i bekliyor olurduk. Varlığa kıymet yüklenilmesi, onun tanımlanmasıyla mümkündü. Kıymeti olmayan bir şeyden de bahsedilmezdi. Âdem’den önce ne vardı? Âdem, bir ifadeyle yazının diğeriyle anlamın vücut bulmuş hali miydi? Bu sorular diğerlerini kovaladı. Deniz, içindeki tüm canlılarla denizdi. Balığın suya, suyun da denize ihtiyacı vardı. Peki, Âdem’in ihtiyaç duyduğunun neye ihtiyacı vardı? Tren penceresinden rayları izlerken onlarca, yüzlerce yıl önce yaşamış insanların bendeki karşılıklarını düşündüm. Bin yıl önce yaşamış bir adamla aynı düşünceleri paylaşıyorsam, o adamdan ölü olarak bahsedebilir miydim? Belki de havanın soğuk oluşundan sıcak bir düşünceye sığınmak ya da soğuğu unutmak için zihnimi meşgul etmek istiyordum. Yolculuk çok uzundu ve hiç tanımadığım bir vagon dolusu insanla bu yolu geçirmek zorundaydım. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum; fakat sanırım sabaha daha çok vardı. “Mırıldanmalarınızı duydum” dedi genç kadın.

— Farkında değildim, kusura bakmayın. Rahatsızlık verdiysem öz…

— Hayır, hayır. Rahatsızlık vermediniz. Bilakis memnun oldum. Benim de içinden çıkamadığım sorularım var. Bu arada ismim Havva.

— Memnun oldum. Ben de Cahit. Cemil Cahit.

— Ailece yolculuk yapıyoruz. Babam Müslüm, abim Edip, bunlar da kardeşlerim Turgut ve Cemal. Yan vagonda da komşularımız var. Milena Hanım, Arthur Bey ve oğulları Samuel de buradalar. Onlarla istasyonda tanıştım.

— Merhaba, memnun oldum.

— Siz hangi insanı yaşadığınızı düşünüyordunuz? Buna benzer bir şey söylemiştiniz az önce.

— Müstakil bir kimlikten bahsetmiyorum. İnsanlar diyorum, insanlar bence ölmüyor. Yüzyıl sonra birileri hislerinize sahipse siz ölmüş olamazsınız. Her şeyi bir bütün olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. İnsanların fiziki özellikleri bile birilerine benziyor. Her çocuk, ailesinin hem fiziksel hem de karakteristik özelliklerine sahip olarak doğuyor. Bunlar bile insandan insana geçerken hissin, hayâlin geçmemesi mümkün mü? Hiçbir şeyin ziyan olmadığı bir yerde, insan ziyan olabilir mi? Şu karanlık ormanda siz varsınız, orman da içinizde aslında. Gördüğünüz, hissettiğiniz, bildiğiniz her şeyde siz varsınız. Her şeyden de sizde var.

— Ama hepimiz toprak olacağız.

— Bir anlamda doğru; fakat topraktan yine insana karışacağız. Bunlar zincirin halkaları gibi geliyor bana. Şimdiki halka konumundan başka bir halka konumuna geçtiğimizde, hâlâ zincirin parçası olduğumuzu, hatta zincirin ta kendisi olduğumuzu söyleyebiliriz. Meselâ elinizde bir kitap var.

— Evet. Eski bir sofistin savunması.

— Siz bu kitabın neresindesiniz?

— Onca satırın altını çizdiğime göre, sanıyorum her yerindeyim.

— İşte o sofist yalnızca düşünce alanınıza değil, bu kanalla tüm kimliğinize sirayet etmiş, sizde vücut bulmuş.

Şimdi siz bu kimseyi her şeyiyle ölü olarak nitelendirebilir misiniz?

— Sanırım hayır. Söylemek istediğinizi çok iyi anladım.

Konuşurken etrafımdaki insanların söylediklerimi dikkatle takip ettiklerini gördüm. Bir anda başka insanlar da bu konuşmaya dâhil oldu. Behçet, Sıtkı, Sezai, İlhami, Kaan ve Sergey beyler ile Sylvia, Nilgün ve Özge hanımlarla tanışmış oldum. İsmini hatırlayamadığım başkaları da vardı. Havva dışında kimse söze girmiyor, bütün vagon bana bakıyordu.

— Hepimiz bu tren gibi aynı yöne gidiyor, birbirimizin izleğini takip ediyoruz. Buna rağmen yaşadığımız tüm hayatlar orijinal; fakat başkalarının hayatlarından arındırabileceğimiz bir hayatımız yok. Birey, bütünü oluşturan parçadır. O halde herkesin bütün iddiasında bulunma hakkı vardır.

Havva da susmuştu artık. Hitabetim çok zayıf olmasına rağmen insanların sessizce dinlemelerinden ve kalabalığın her dakika artmasından endişeleniyordum. Gömleğimin üst düğmesini çözüp ceketimi koltuğun arkasına astım.

— Şimdi hanginiz, evet hanginiz ayna karşısında gördüğüne “ben” diyebilir? Hangi hayâlin takıldığı rüzgârsınız? Peki, bu karşımızdaki şey nedir, ayna kimdir?

Herkes üzerime doğru gelmeye başladı ve tek tek kulağıma bir şeyler fısıldayıp “Bu sözlerimiz hep sende kalsın, almak isteyen seni bulsun” dedi. Ne demek istediklerini pek anlamadım. Yüzümde ise sert ve soğuk bir şey vardı. Bir de uyuşmuşluk hissi.

— Uyandırmak zorunda kaldım, kusura bakmayın. Son istasyona gelmek üzereyiz. Camda yüzünüzün izi çıkmış.

— Oh! Rüyaymış demek.

— Efendim?

— He, yok yok size söylemedim. Uyandırdığınız için teşekkür ederim.

Trenden indiğimde hava aydınlanmıştı. Geldiğim yerin neresi olduğunu bilmiyordum. Neden burada olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Uzun süre raylara baktım; insan yüzlerine, ışıklara, birilerini bekleyenlere, yolcu edenlere… Sonra heybetli bir kapıdan içeri girdim. İçeride büyük bir masa kurulmuştu ve az önce rüyamda gördüğüm bütün insanlar masanın etrafında oturuyordu. Dizlerimin bağı çözülmüş, şaşkınlık içinde insanlara bakıyordum. “Soframıza buyurmaz mısın?” dedi biri. Hiçbir şey söyleyemeden bir sandalyeye oturdum. Az önce rüyamda etrafıma toplanmış insanların yanındaydım ve hiçbiri bana bakmıyordu. Ellerimin titremesi geçmeden beni içeri davet eden kişi geldi yanıma ve “O duyduğun iç sesin” dedi, “belki de hiç sesin.”

İnsan ne okuduğu ne gezdiği ne de yaşadığı kadardır. İnsan, evrenin önü ve sonu belli olmayan bilmek sularından beslendiği kadardır. Suyun kenarında durmak, o sudan içmek anlamına gelmez; fakat o sudan içmek için illa suyun kenarında olmak gerekir.

Kadim dostum Nurdal Durmuş bir sofra kurmuş, suyu genişletmek adına bir çaba göstermiş ve bu kitabı doymanız için avuçlarınıza bırakmış. Cemil Cahit’i sofraya davet ettiği gibi, sizleri de davet etmiş. Bu kitapta kim olduğunu bildiğiniz, bilmediğiniz insanların hikâyeleri var. Hepsinden daha çok hayâlleri var. Ne yaşıyorsanız, birilerinin de aynı duyguyu yaşadığını ya da yaşayacağını unutmayın. Bu aslında sistemin bizlere verdiği ve milyonlarcasının farkında bile olmadığı çok kuvvetli bir iletişimdir. Rüzgâra yaslanın, onu dinleyin, ona konuşun. Bir gün mutlaka cevabını alacaksınız. Kitabın neresinde olduğunuza siz karar verin. Bu, herkesin olduğu kadar, hiç kimselerin de hikâyesidir.

[Hiç Sesler Kitabı buradan temin edilebilir]

Hiç Kimselerin Hikâyesi ya da Önsöz

Gökhan Şimşek

İstanbul, Eylül 2013