21 Aralık 2011

Yollar Bize Memleket [5. Bölüm]

ile Nurdal Durmuş

Yollar Bize Memleket [5. Bölüm]

makedonya Fotoğraf Arşivine Buradan Ulaşabilirsiniz.

Yazanlar: Nurdal Durmuş – Gökhan Şimşek

Belgrad’dan Üsküp’e yola çıktığımızda karanlık, şehrin iliklerine işlemişti. Alışık olduğumuz kayboluşlardan birini daha yaşayıp yarım saat sonra anayola çıkabildik. Yorgunluğun ve uykusuzluğun getirdiği düşüş neticesinde hepimiz suskunduk. Ya da öyle zannediyorduk. Aslında üzerimize çöken Belgrad’ın hüznüydü, fakat kimse bunu dillendirmek istemiyordu. Hüzün, en çok da sessizlikte anlamlıydı. Yorgunluğun kollarına yaslanmanın rahatlığıyla bastırılmış hüznün üstüne, biraz Ferdi Tayfur, biraz Müslüm Gürses, biraz da Orhan Gencebay şarkıları söyleyerek koyulduk yola. Haritamıza göre 400 kilometre yolumuz vardı. Bu da bizim için güneşin başka bir ülkede doğacağı anlamına geliyordu.
Gece yarısından sonra Preşova Sınır Kapısı’ndan Makedonya’ya girdik. Bu kapıda da yoğunluk yoktu. Önümüzde sadece bir araç vardı. Onu da sağa çektirip aramaya başladılar. Açıkçası aynı muameleye tabi tutulmak istemiyorduk. Zaman bizim için büyük bir dağ olmuştu. Kalan yolu nasıl geçeceğimizi düşünüyorduk. Tek düşüncemiz bir an önce otele gidip uyumaktı. Sınır ile Üsküp (Skopje) arasındaki yolun önemli bir kısmı dağlık, geri kalanı da otobandı. Sabaha karşı üç sularında bir otele yerleştik. Bu, bir anlamda kendimize verdiğimiz hediyeydi. Öğleden önce otelden ayrılıp şehir merkezine gittik.

ÜSKÜP

Üsküp: “İroni nedir?” sorusunun cevabını bünyesinde taşıyan bir şehir. Birçok Balkan şehri gibi ortasından nehir akıyor. Vardar Nehri şehri ikiye bölmüş. Üsküp şehir merkezini eski ve yeni şehir olarak da ikiye ayırabiliriz. Hristiyan Makedonların olduğu bölgede (yeni şehir) yoğun bir heykelleştirme çalışması var. Hemen her yerde heykel görmek mümkün. İnşaatlar da aynı hızla ilerliyor. Şehrin ortasında sahte bir tarih, heykellerle dolu meydanda yükseliyor. Yeni şehrin Avrupa şehirlerinden pek farkı yok.

Müslüman Arnavutların yaşadığı diğer tarafta da bir Osmanlı çarşısı, çarşı çıkışında da bir pazar var. İkisi de oldukça yıpranmış ve neredeyse yıkılmak üzere. Çarşıyı gezerken Türkçe konuşan insanlara rastlıyoruz. Türkiye’deki gündemi konuşuyorlar. Müslüman nüfusun içinde Türkler de var. Şehrin nüfusu nispeten dengelenmiş, ancak Hristiyan nüfus biraz daha fazla imiş. Arnavutların yaşadığı bölge, genellikle tek katlı evlerden oluşuyor. Sokakları bakımsız. Sultan Murat Camii’nin avlusunda bulunan ‘Saat Kulesi’ şehrin sembollerinden biri olmasına rağmen yetim bırakılmış; yolu oldukça bozuk. Cami de çarşı ve pazar gibi bakımsız. Avlunun demirlerinden şehre baktığımızda elli yıl önceki İstanbul’u görüyoruz. Şehri çevreleyen dağın tepesinde, Mostar’da gördüğümüz haçın bir benzeri var. Bu haç da tıpkı Mostar’daki gibi birçok yerden görülebiliyor. Kale yolunda, eskiden medrese olarak kullanılan bir kilise var. Küçük odalar, ortasında havuz bulunan geniş avlu, yuvarlak sütunlar, mumlar, papaz mezarları… Kapıda sıraya dizilmiş çocuklar dikkatimizi çekiyor. Başlarında öğretmenleri, ellerinde mumlarıyla kilise ziyaretine gelmiş anaokulu çocukları bunlar.
Çocuk: Dünyanın en güzel şarkısı. Öğretmenlerini takip ederek muhtelif Hristiyan ritüellerini uyguluyorlar. Bakışıp gülüşüyoruz, fakat öğretmenler bu bakışmadan pek memnun olmuyor. Bize göre medrese, onlara göre kilise olan mekândan ayrılıp kaleye çıkmak istiyoruz. Kalede de şehrin her yerine sinen gerginlik havası mevcut. Kale içine kilise inşa edilmek istendiğinden, sorunu kapıya kilit vurarak çözmeye çalışmışlar. Burçlara girilmiyor. Arnavutlar siyasi anlamda oldukça zayıf. Makedonlar, Avrupa Birliği’nden aldıkları fonlarla Üsküp’ü Hristiyan şehrine çevirmek için yoğun bir uğraş içindeler.

Aziz Bakire Meryem Kilisesi’nin bulunduğu cadde, turistlerin uğrak yeri. Her türlü yeme-içme ve dinlenme mekânları burada bulunuyor. Şehirdeki tüm ibadethaneler devlet kontrolünde olmasına rağmen kiliselerdeki temizlik, bakım ve güvenlik dikkat çekiyor. Camiler için aynı durum söz konusu değil. Üsküp’ün basık bir havası var. Makedonya’daki Arnavutlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri büyük acılar yaşamış. Tito döneminde de gördükleri baskı yüzünden bugün hâlâ sesleri çıkamıyor. O günlere dönmemek adına çok şeyden taviz vermişler. Açıkçası, halk diken üstünde. Makedonya bir kıvılcımla cehenneme dönecek hafızaya sahip ve bu kıvılcımın çıkması için uygun ortam hızla hazırlanıyor. Öğleden sonra Tetova şehrine gitmek için yola çıktığımızda bu söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlar nitelikte manzaralarla karşılaşıyoruz. Dağlara dikilmiş haçlar, yerleşim olmayan bölgelerdeki kiliseler, ormanlık alanlardaki çan kuleleri, hiçbir şekilde ulaşımı olmayan tepelere koyulmuş dev mumluklar, Müslüman köylerindeki kilise inşaatları din savaşı adı altında yeni bir harita çizmek için kurgulanmış gibi.

Tetova / Kalkandelen

Üsküp’e 50 kilometre uzaklıktaki Tetova (Kalkandelen) yolunun tamamı otoban. Ülkenin önemli kısmı ormanlık olduğu için yol boyu yeşillikler içine kurulmuş köyleri görüyoruz. Yol üzerinde hangi gerekçeye uygun olduğunu hâlâ anlayamadığımız bir gişe sistemi var. Şehir giriş ve çıkışları arasında da gişe var. Geçiş ücretleri çok düşük olmasına rağmen gişe sıklığı rahatsız edici boyutlarda. Yarım saatlik yolculuğun ardından Tetova’ya giriyoruz. Şehrin girişinde Makedonca, Arnavutça ve Türkçe “Hoş geldiniz!” yazısını görmek tebessüm ettiriyor. Şehir oldukça eski ve Türk nüfusu azımsanmayacak kadar fazla. Adres sorduğumuz bir adamın “Türk müsünüz kardaş?” demesiyle “Bu kadarını da beklemiyorduk!” diye gülüşüyoruz. Pena Nehri’nin kenarına kurulmuş Alaca Camii’nin büyük bahçesinin ortasından öğrencilerin şaşkın bakışları altında geçiyoruz. Hemen karşımızda lise dengi bir okul var ve tam da okul çıkış saatine denk geliyoruz. Şehir oldukça küçük ve insanlar birbirini tanıyor, yabancı hemen fark ediliyor. Fakat böylesine bir farkındalık şaşırtıyor bizi.


Alaca Camii bir Osmanlı mimarisi. XV. asırda yapılmış. Duvar ve sütunlarındaki işlemeler, boyalar çok etkileyici. Cami, birçok sanat tarihçisin uğrak yeriymiş ve renkleri de yapıldığı günden beri orijinalliğini korurmuş. Yumurta, ağaç kökleri ve muhtelif bitkilerden yapılan karışımla elde edilen renklerin aynı zamanda yapıya ismini de verdiği söyleniyor. Avlusu ve avlunun açıldığı, altından nehir akan muhteşem bir bahçesi var. Bölgeden ayrılıp birkaç kilometre uzaklıktaki Harabatî Baba Tekkesine gidiyoruz. Tekke önünde pazar kurulmuş. Neredeyse üç tezgâhtan birinde pırasa satılıyor. İnsanlar çuvalla pırasa alıyor. Tekkenin avlusu oldukça büyük ve sakin. Çok çeşitli ağaçlar var ve dökülen yapraklar her yeri kaplamış. İçinde bir cami karşısında Hz. Ali ve Pir Sultan’ın temsili resimlerinin olduğu bir Bektaşî Dergâhı da var. Bir de zamanında karantina olarak kullanılmış, mavi renkli bir ev. Harabatî Baba konumundan vazgeçip derviş olmaya karar veren bir Osmanlı paşasıymış. Bu tekkeye yerleştikten sonra merkez tarafından serseri olarak adlandırılmış. Burası özü itibarı ile Bektaşî tekkesiymiş. Fakat Üsküp’te yaşanılan Müslüman-Hristiyan gerginliği, burada da Alevi-Sünni gerginliği olarak baş göstermiş. Tekkenin bazı kısımları yanmış. Tekkenin içindeki büyük Amerikan bayrağı dikkatimizi çekiyor. Kosova’daki Amerika ilgisinin bir benzerini Tetova’da görüyoruz. Türbe içinde bir takım siyasi ve dini sıkıntılar yaşansa da tekke, turistik açıdan ilgi gören bir yer olma yolunda ilerliyor. Sokaklarda iki üç saat gezinip Ohrid’e doğru yola çıkıyoruz.

Ohrid

Tetova’dan çıkıp Gostivar üzerinden Ohrid (Ohri) yoluna giriyoruz. Gostivar şehrinden sonra otoban bitiyor ve dağ yolu başlıyor. 100 km’lik yolun büyük kısmını bu dağ yolu oluşturuyor. Ohrid, Makedonya’nın güney batısında, Arnavutluk sınırında, kenarına kurulduğu gölden ismini almış, küçük turistik bir şehir. Nüfusu elli beş bin ve dört bini Türk. UNESCO tarafından korumaya alınmış. Türkiye’de yayınlanan bir Rumeli dizisinin çekimleri de bu şehirde yapılmış. Şehir meydanındaki caminin imamı Türk Diyanet İşleri tarafından gönderilmiş. Meydandaki fıskiyenin önünden başlayıp göl kenarında son bulan ve trafiğe kapalı olan cadde, Ohrid’nin diğer tüm caddeleri gibi mimari harikası. Göl kenarındaki küçük bir balıkçı teknesine oturup şehri seyretmek tüm yol yorgunluğumuzu alıyor. Akşam saatleri ve güneş batmak üzere… Şehir dik bir yamaca kurulu olduğu için muhteşem görünüyor. Göle vuran şehir silueti karşısında uzun süre hareketsiz kalıyoruz. Sokakları temiz, bakımlı ve tarihi dokunun korunmasına özen gösterilmiş. Yollar hep bir tepeye çıkıyor. Biz de ara sokaklarda gezinip tepelere doğru ilerliyoruz. Zirvede bir kale, bir de kilise mevcut. Güneş batmak üzere. Göle vuran siluet, gökyüzündeki kızıllıkla birleşiyor. Eski evlerin arasından yapılan arkeolojik kazılarda bulunan kalıntılar üzerine inşa edilmiş St. John kilisesine giriyoruz. Kilise içinde yapıldığı ilk dönemlerden kalma taşlar ve figürler(freskler) mevcut. Kilise, oldukça farklı bir estetiğe, oval çizgilerin yoğun olduğu bir mimariye sahip. Kilisenin hemen karşısında kale var. Hava karardığı için ve kale içinde çalışma olduğundan kapıları kilitli. Kış aylarında olduğumuz için etrafta turist yok. Yerleşik nüfusu elli beş bin olmasına rağmen yaz aylarında bu rakam on katına çıkabiliyormuş. Sedef taşı şehrin simgelerinden. Kuyumcular ağırlıklı olarak bu taşı satıyor. Tekne turlarıyla adanın diğer taraflarına da gidiliyor. Tito’nun yazlığı da bu şehirde. Köftesi meşhur ve lezzetli. Makedonya’nın su şişeleri çok hoşumuza gidiyor ve içtiğimiz suların şişelerini İstanbul’a götürmek üzere bavullarımıza koyuyoruz. Ohrid’nin insanı içine alan bir havası var. Daha şehirden ayrılmadan tekrar gelmenin planlarını yapıyor, o tepeden güneşin yeniden doğacağı günü hayal ediyoruz.

Geç saatlerde Saraybosna’ya dönmek için Ohrid’den ayrıldığımızda, artık ekip için geleneksel hale gelen kayboluşlardan birini daha yaşayıp, Yunanistan sınırına yakın, ormanlık bir alana giriyoruz. Bir saat sonra Ohrid’ye dönebildiğimizde, bu yolcuktaki en büyük kayboluşu yaşadığımızı sanıp halimize gülmemiz, görenler tarafından garip karşılanıyor. Akşam 9 sularında izlediğimiz yol olan ( Üsküp, Niş, Belgrad, Tuzla, Saraybosna) üzerinden bu kez şehirlere uğramadan geri dönüş yolculuğuna çıkıyoruz. En azından bu niyetteyiz. Sonunda, sabaha karşı Belgrad’da tüm gezi boyunca yaşadığımız en büyük kayboluşu yaşıyoruz. Issız sokaklar, gecekondu mahalleleri, yorgunluk, uykusuzluk, gülme krizleri… Sabahın dördünde ve fabrikaların olduğu, tek bir evin olmadığı caddede şehir merkezini arama çalışmaları… “Birine mi sorsak acaba?” ile başlayan ve artık tepki bile veremediğimiz ilginç fikirlerimiz… Belgrad Belediyesi’ne ait çöp kamyonunun arkasına yanaşıp “Kesin çöpçüler bilir!” diyerek noktaladığımız kriz provaları ve nihayetinde Belgrad’ın asırlık çınar ağaçlarıyla bölünmüş yola duyduğumuz hayranlığın, yolu bulmamızdan daha ilginç gelmesi…

Her şey güzeldi. Yolculuğumuz güzeldi. Dostlarımız güzeldi. Kır çiçeklerinin ağıtı güzeldi. Aslında biz bu yolculuğu önce kalplerimizde, sonra da zihinlerimizde yaptık. Bu yazılanlar, yaşadıklarımızın zekâtı bile değil. Yine de bir yerlerde anısı kalsın istedik.

Teşekkürün büyüğü yol ekibine: Balkanlarda geçirdiğimiz her gün yanımızda olan mihmandarımız Enes Sezer’e; İstanbul’dan çıkarken reisliğine biat ettiğimiz güzel insan Âdem Tuzcu’ya; ekibe son anda katılmasına rağmen bu tempoya ayak uydurma başarısını gösteren geleceğin adalet dağıtıcısı Ahmet Kaynar’a; Saraybosna’da kaldığımız süre içinde evinin kapısını bile kapatmayan ve ne zaman geliyoruz diye arasak, “Anahtar üzerinde abi…” diyen aziz kardeşimiz Ramazan Özcan’a ve her gidişimizde sıcak dostluklarını hissettiren Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin değerli öğrencilerine teşekkür ederiz.

Yazılacak onlarca isim var. Tebessüm ettiğimiz, birlikte sohbet ettiğimiz, aynı yolda yürüdüğümüz tüm arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.

En yakın zamanda Makbule ablanın çay ocağında, Moriç Han’da, Ferhadiye’de, Saç Börek’de, Plevi Leptır’da, Turkuaz’da, Vrelo Bosne’de, Igmanu’da ya da Sarajevo’nın sokaklarında buluşmak üzere. Sizin selamınızla; “Allahimanet!”

Not düşelim: “Yollar Bize Memleket” yazı dizisi, sonraki yazı olan genel Balkanlar değerlendirmesiyle son bulacaktır.

Yazının 1. Bölümüne buradan:
Yazının 2. Bölümüne buradan:
Yazının 3. Bölümüne buradan:
Yazının 4. Bölümüne buradan:

Yazar Blogları için:
Nurdal Durmuş: www.nurdaldurmus.com
Gökhan Şimşek: www.gokhansimsek.com.tr