3 Şubat 2015

Yazarların Yazma Ritüelleri

ile Nurdal Durmuş

 Yazarların Yazma Ritüelleri.

Schiller’in yazı masası üzerinde ekşi ya da çürük elma bulundurmaktan hoşlandığı söylenir. Yazar elmayı sık sık koklarmış. Bu koku ona yağmurdan sonra ormanda, otlar, yapraklar arasındaymış izlenimi verirmiş. Çoğu yazar masasını pencere önüne kursa da Deborah Moggach gibi ışığı arkasına alanlar da var. Mekânlar, fikir ve eserlerin temelindeki anaç kalelerdir. Sıcaklığı, konforu, sadeliği ya da gösterişi o mekânın içinde yaşayınca belirlenir ki her ortam içinde soluk alanın aynasıdır.  Yazarların çalışma odalarının eserleri ve ruhları üzerindeki etkisini konuşacağız bu defa.  Hatta bununla yetinmeyip yazarlarımızın çalışma odalarının fotolarını isteyeceğiz geleceğe bırakılacak edebî bir kanıt olsun diye. Şimdi sorumuzu yöneltmek istiyorum hepsi birbirinden değerli kalem ustalarına:

Çalışmanız esnasında sizi motive eden, çalışmanızı kolaylaştırdığını düşündüğünüz; yazarken odanızda olmazsa olmaz dediğiniz bir disiplin ya da bir obje var mı? Parmaklarınız hâlâ bir kalemin sadakatinde mi sarılıyor cümlelerine yoksa siz de klavyenin çekici dünyasına kapı açanlardan mısınız?

Mehtap Altan’ın İzdiham için yaptığı soruşturmaya verdiğim cevap ⇓aşağıdadır. Diğer yazarların cevaplarına ve soruşturma dosyasına ⇒buradan ulaşabilirsiniz.

 

nurdal durmuş

Nurdal Durmuş

Başlangıcı da sonu da belli olmayan dünya şöleninde insanoğ­lunun ortaya koyabileceği en yüksek çıta yazmaktır. Yazmak, bilmeyi ve anlamayı da kapsadığı için yalnızca karakter transferi değil; hayaliyle, ıstırabıyla, hatasıyla ve doğrusuy­la insana ait tüm unsurların yine insana geçmesi için köprü vazifesi görür. Yazmak, aslında bilmenin değerini baş­kalarına ulaştırmak için ortaya konulmuş ve hiçbir zaman aşılamayacak büyük bir icat. Bu bilinçle bir yazıya başlarken Dostoyevski, Puşkin, Hemingway ve daha birçok edebiyatçıyla bir masanın etrafında oturduğumu düşünürüm. Onlarla saatlerce konuşurum. Bu konuşmalardan damıttıklarımı, unutmamak için ses kayıt cihazına kaydederim. Bir deli sayıklaması gibi belki ama bu konuşmalara aracımın, yolların, şehirlerin, ülkelerin, denizlerin, balkonların, bir sigara dumanının, şarkıların ve bir kahvenin eşlik etmişliği çoktur. Yazı benim için yaşanmışlıkların güneşi ve yağmuruyla dışavurumudur. Yazmak ya bahar ya da güzdür. Islatır, üşütür, titretir, ısıtır, güldürür, ağlatır ya da hiçbir şey yapmadan çekip gider.

Yazmak için belirli bir masaya oturmuşluğum, bir odaya kapanmışlığım yoktur. Genelde yazmak beni kendi masasına oturtur. Benim istediğim zaman değil, kendi istediği zaman gelip ‘beni al ve kelimelerden dünya kur’ der.  Bu nedenle benim yazma odam kafamın içidir; bazen bir tren ya da otobüs camı, bazen işin ortasında elimde olan bir kâğıt, gökyüzünde bir bulut, denizde bir dalga, rüzgârla savrulan bir yaprak, kayalık üzerinde biten bir çiçektir. Tek seferde biten, “evet, bu oldu” dediğim bir yazım hiç yoktur. Yazmak biraz sonsuzluk hissidir. Zirvesi, sınırı, saati, yeri, mevsimi olmayan bir özgürlük algısı belki de. Bu nedenle bir yazının sonuna geldiğimde beni izlediğine inandığım bütün edebiyatçılara dönerek hep şunu söylüyorum. Hey Tolstoy, İlhami (Çiçek), Cemal (Süreya), Turgut (Uyar), Slyvia (Plath) ve daha niceleri… Siz öldüğünüzü mü sanıyorsunuz? İnsanlar diyo­rum, yazarlar bence ölmüyor. Yüzyıl sonra birileri hislerini­ze sahipse siz ölmüş olamazsınız!