Ukrayna, Rusya Gezi Notları
Yazanlar: Nurdal Durmuş – Gökhan Şimşek
Ukrayna, Rusya Gezi Notları 1. bölüm.
İkinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelerin savaş bittikten sonra yaralarını sarmaları, böyle çaplı bir savaşa girip de galip ayrılmaları kadar zordu. Buna rağmen hemen hepsi günümüz dünyasındaki güç odaklarını oluşturan; bir şekilde sömürgelere sahip ya da tahakkümü altında ülkeler barındıran; sanayi hamleleriyle ekonomik, siyasal ve askeri otorite sahibi olan ülkeler konumuna geldi. Böylesine büyük bir savaşın benzerini otuz yıl önce provalara etmelerine rağmen, toplamda Avrupa nüfusunun neredeyse üçte biri kadar insanın ölmesine ve bir o kadarının da dolaylı yoldan etkilenmesine yol açan savaşlardan üstün bir gayetle çıkabildiler. Savaşa müdahil olan tüm ülkelerin idealleri vardı. Kimi kendi ırkının daha üstün olduğunu ispat etmek, kimi kendi insanına daha nitelikli bir hayat yaşatabilmek, kimi toprağını genişletmek, kimi de daha büyük olmak derdindeydi. Herkes birbiriyle savaşırken taraflardan biri olan ABD, coğrafi avantajını çok iyi kullanarak ateşi kendi topraklarına neredeyse hiç sıçratmadı ve kendisiyle neredeyse eşit güçlere sahip ülkelerin birbirlerini vurmalarını uzaktan izleyerek süper güç olma yolunda önemli mesafeler kat etti. Hitler’in hem Avrupa hem de Sovyet topraklarına göz dikmesi neticesinde bahsi geçen iki taraf da oldukça ağır bedeller ödedi. Kuşkusuz savaş ortamını fırsat bilip komşu ülkeleri işgal eden Stalin de Hitler’le benzer genişleme düşüncelerine sahipti. Hitler’in Sovyet şehirlerini ele geçirmesi ve hatta kısa süreliğine de olsa Sovyet madenlerini işletmesi neticesinde en ağır kayıpların verildiği çatışmalar başlamış oldu. İki taraftan da milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Bu süreçte özellikle İngiltere ve ABD, tarafların birbirlerini sonuna kadar yıpratması yönünde hamleler yapıyor, zayıflayan tarafa silah yardımı yapabileceğini söylüyordu. Öte yandan Japonya, bölgesel güç olma adına Çin ile sıcak çatışmalar yaşadı. Yetmiş yıl önce, yaşadığımız toprak plakasının iki ucunda da savaş vardı. Gerçek rakamı hiçbir zaman bilinemeyecek olsa da tahminen yüz milyon insan öldü, bir o kadarı da esir düştü veya göç etmek zorunda kaldı. Birçok din ve ırktan insana katliam uygulanmasına rağmen bugüne kadar yalnızca bir ırka/dine karşı yapılan katliamın bayraklaştırılması, savaştan sıyrılıp tek güç olmak için büyük fırsat yakalayan ABD gibi benzer stratejiler içermektedir. Hitler Almanya’sı, esir kamplarında kobay olarak kullandığı, işkence uyguladığı ve nihayetinde katlettiği Yahudiler kadar, Çingenelere de benzer sonlar hazırlamasına rağmen, kendilerini ifade edebilecekleri güçlü bir devleti ve lobisi olmadı için Çingeneler hiçbir zaman dünyanın gündeminde yer işgal edemedi. Dünya yıllardır Hitler’in Yahudi katliamını dinlerken ve bahsi geçen katliam rakamları karşılaştırmalı kaynaklarda büyük farklılıklar gösterirken, en az onlar kadar katledilen bu insanları anan olmadığı gibi, bu savaşın ABD’yi getirdiği nokta da göz ardı edildi. Hitler tek başına bu savaşın günah keçisi oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın geçirdiği süreç bir anlamda üçüncü sınıf ülkelere de kurtuluş reçeteleri sunar; çünkü günümüzde neredeyse hiçbir ülke Avrupa’daki kadar böylesine acı bir pratik yaşamamıştır. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından dağılan; bünyesinden on beş kadar bağımsız ülke ve çoğu uluslararası kamuoyu tarafından tanınmayan beş-altı mikro ülke ortaya çıkaran SSCB’nin mirası üzerine devam eden Rusya ile dönemin güçlü toplumlarından olmasına; özellikle nükleer enerji ve uzay araştırmaları gibi konularda önemli adımlar atmasına rağmen bugün oldukça pasif konumda bulunan Ukrayna’ya yaptığımız on günlük seyahat, sadece coğrafya ve günlük hayat gözlemi için değil, siyaset ve ideolojilerin toplumdaki izlerini görmemiz için de önemli bir fırsattı.
Kharkiv (UKR) – Belgorod (RUS)
İki kez ertelemek zorunda kaldığımız ve son günde de güzergâhı değiştirdiğimiz seyahat planımızın oldukça sıkıntılı bir yolculuğa dönüşeceğini tahmin edemedik. Yeni planımızda şehirlerarası ulaşımla ilgili herhangi bir strateji yoktu. Bu çok büyük coğrafyada şehirlerarası ulaşımın biraz da spontane gelişmesini isteyerek bir buçuk saatlik uçuşun ardından Kharkiv şehrine geldik. Kharkiv, Ukrayna’nın Rusya’ya sınırı olan, önemli sanayi üretimine ev sahipliği yapan büyük bir şehir. Sovyet döneminin çoğu izi korunuyor. Bunu en çok mimaride görebiliyoruz. Özellikle küçük ve iç içe evlerin toplam konut stokunun çok büyük bir kısmını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Geliş gibi dönüşü de bu şehirden yaptığımız için şehrin detaylı anlatımını devam yazımıza bırakıyoruz.
Havaalanından tren istasyonuna gittiğimiz yolun geçen seneki futbol şampiyonasına kadar çukurlarla dolu bir yol olup, şampiyona münasebetiyle yapıldığını öğrendiğimizde coğrafyadaki “imaj ve ihtiyacın” ilk çatışmasına şahit olmuştuk. Şampiyona, şehirdeki birçok problemli konunun da hızlıca iyileştirilmesini sağlamış. Halk bu şampiyonanın ülkelerine ekonomik zarar verdiğini düşünse de futbol bahanesiyle gerçekleşen birçok icraattan da oldukça memnun.
Ülkenin bürokratik yapısı hantal olduğu için zaten yapılması gereken bir şeyin güç bela gerçekleştirilmesi bile halkı mutlu etmeye yetiyor. Havaalanından sonra hiçbir yerde Latin alfabesiyle yazılmış levhalar görmedik. Tren istasyonunda da böyle bir levha yoktu. (Açıkçası on gün boyunca neredeyse gittiğimiz hiçbir yerde Latin alfabeli levhalar görmedik.) Tren istasyonuna, Tolstoy’un hayatını geçirdiği Tula şehrine gitmek için geldik. Gideceğimiz şehre en yakın trenin öğleden sonra ikide olduğunu öğrendiğimizde ise saat sabahın beşiydi. Sınırın ötesindeki Rus şehrinden alternatif ulaşım kanalları bulabileceğimizi düşündük. Neticede Tula, Moskova’ya 300 kilometre mesafedeydi. Nihai amacımız akşam ya da gece yarısına doğru Moskova’ya ulaşmaktı. Belgorod’a gitmek için bir taksiyle anlaştık. Taksi şoförü iki saatte ilgili şehre gidebileceğimizi söylemişti. Ukrayna sınırını sorunsuz geçtik. Elbette bunda taksicinin ruhsat arasına sıkıştırdığı paranın da payı büyüktü. Son dakikada yaptığımız tüm planın birazdan alt üst olacağını bilmeden Rusya sınırına doğru ilerlemeye başladık. Sınır kapısı önünde yoğun olmayan bir sıra vardı. Ukrayna plakalı araçlar ile Rus plakalı araçlar farklı gişelere yönlendirilmişti. İlk dikkatimizi çeken şey ise Rus plakalı araçlar hiç beklemeden sınırı geçerken, içerisinde bizim de bulunduğumuz Ukrayna plakalı araçlar ise bekliyordu. O gün Ukrayna’nın bağımsızlık günü olduğunu, Sovyetler’den kurtulmayı kutladığını ve her yıl o günlerde Rusya’nın mini misillemeler yaptığını bilmeden bekliyorduk. Ukrayna’nın özellikle enerji alımlarında farklı ülkelere başvurup, Rusya’yı devre dışı bırakma girişimleri Rusya tarafından her seferinde cezalandırılıyormuş. İktidarların arası oldukça soğuk. Bundan en çok Ukrayna’nın batı şehirlerindeki milliyetçiler memnunmuş. Bu gerginliğin fiziki olarak içerisinde yer aldığımızı bilmeden beklemeye devam ettik. Sınır kapısından geçmemiz için önümüzde on kadar araç vardı. Pasaport polisleriyle iletişime geçmek pek mümkün değildi. Neden beklenildiğini soranlara “arabalarınıza gidin!” diye bağırıyorlardı. Ukrayna gişelerindeki araçlar orta sınıf ve altıyken Rus gişelerinden geçen araçlar ise genellikle orta sınıf ve üstüydü. Sınırı yürüyerek geçmek istedik; fakat izin vermediler. Nihayetinde memurların bağımsızlık gününe misilleme olarak yaptığı iş yavaşlatmalarından dolayı, yedi-sekiz saatlik bekleyişin ardından sınırı geçebildik. Bu süre zarfında Tula’ya ulaşmayı hedeflerken çıkış noktamızın 50 kilometre kadar ilerisindeydik.
Belgorod’ a, Tula’ya gitmek için gelmiştik. Sınırdaki bekleyişimiz Tula’yı iptal etmemizi gerektirdi. Şimdi doğrudan Moskova’ya gidecektik. Tren istasyonundaki gişe memuru seyahatimizi renklendirecek şeyler söylüyordu; zira Moskova’ya giden tren az önce hareket etmişti ve o tren Kharkiv’den kalkan öğleden sonra iki treniydi. Sonraki tren de gece yarısı hareket edecekti.
Tren istasyonun yanındaki otobüs durağında oturmuş birbirimize gülüyorduk. Belgorod, kasaba izlenimi veren, sevimsiz bir şehirdi. Durağa yanaşan dolmuş ve otobüslerin tamamına yakını Sovyet döneminden kalmaydı. Buradan otobüsle Moskova’ya gitmek için bilet aldık. Otobüsümüzün kalkmasına beş saat vardı. Sırt çantalarımızla yürümeye başladık. Turistik bir şehir olmadığı için yabancı oluşumuz dikkat çekmişti. Sürekli birileri bir şeyler anlatmaya, bir şeyler satmaya çalışıyordu. Bu coğrafyada aleyhinize olan bir şeye ilk duyuşta inanmamak gerektiğini bankada döviz bozdururken anladık. Gişedeki kadın memur, paranın üzerinde işaret kaşesi olduğu için yüzde onluk kesinti yapmasının gerekli olduğunu söylemişti. Aynı bankanın bir kilometre ilerisindeki diğer şubesinde ise aynı paraları komisyonsuz bozdurabildik. Yine bazı korsan taksiciler bu şehirden tren dışında hiçbir şekilde Moskova’ya ulaşamayacağımızı, 750 kilometrelik yolu uygun fiyata götürebileceklerini anlattı. Oysa otobüs biletleri cebimizdeydi. Beş saat boyunca gezme fırsatı bulduk.
Daha sonra birçok yerde gördüğümüz gibi burada da sokak pazarcıları gördük. Kafanızda büyük pazar yeri ya da tezgâhlar canlanmasın. Elinde iki patates, bir domates olan ya da bahçesinden iki üç kilo sebze toplamış olan herkes yere gazete sermiş, ürünlerini satmaya çalışıyordu.
Şehirde epeyce dilenci vardı. Kuşkusuz nefes alınabilecek, gezilecek yerleri de olmalıydı; fakat hem yorgun hem de kısıtlı bir zamana sahip olduğumuzdan şehirle ilgili tüm izlenimlerimiz yürüdüğümüz yollar nispetinde kaldı. Yolculuğumuzun on iki saat geçeceğini öğrendiğimizden beri yemek olayını en sona saklamıştık. Derli toplu bir yerde yemek yedikten sonra durakta oturmaya başladık. Yanımıza gelip bizimle iletişime geçmeye çalışan yaşlı ve oldukça alkollü bir adam vardı. Türk olduğumuzu güç bela kabul ettikten sonra “Eşhedü, bismillah, ekber ” gibi anlayabildiğimiz kelimelerle birlikte telaffuzunu Arapçaya benzetmeye çalıştığı Rusça kelimeler de söyleme başladı. Bu diyaloğun nereye gideceği belliydi. Yukarıda bahsettiğimiz dilencilerden biriyle karşılaşmıştık. Durak, epeyce uzun, bazı şehirlerarası yolcuların da kullandığı bir yerdi. En yenisi yirmi yıllık bir sürü otobüs, yolcu indirip bindirdi. Aralarında elli yıllık araçlar da vardı. Böylesine bir araçla on iki saatlik yol nasıl geçer diye düşünürken otobüsümüz geldi. Diğerlerine göre nispeten yeni sayılan; fakat Türkiye’deki şehirlerarası otobüslerden eski bir otobüstü. Yolculuğumuzun Türkiye’deki gibi belirli zaman dilimlerinde, belirli tesislerde verilecek molalarla geçeceğini düşünmüştük. Bunun büyük bir yanılgı olduğunu otobüs şoförünün sigara içmek için kuytu bir köşede dörtlüleri yakarak durması sonrasında anlamıştık. Bir tesis molası, üç-dört yol kenarı sigara molası sonrası sabah sekiz gibi Moskova’ya geldik. Otobüsten iner inmez hissettiğimiz soğuk, her taraftan yükselen dumanlar, koşuşturan insanlar ve sadece gri tonların hâkim olduğu bir fotoğraf karesiydi içinde bulunduğumuz.
Ukrayna, Rusya Gezi Notları 2. Bölüm.
Bir şehri ya da bölgeyi gezerken herkes tarafından bilinen, ağırlıklı olarak turistik diye anılan yerleri gezmeniz size gittiğiniz yer hakkında oldukça kısıtlı bilgiler sunar. Buralarda gördüğünüz şeyler genelde sahte bir algıya sahip olmanızı sağlar. Gittiğiniz yerin merkezinden ne kadar uzaklaşırsanız, bölge hakkında o kadar gözlem yapma imkânınız olur. Bir şehri tanımanın en kolay yolu, o şehirde kaybolmaktır. Herhangi bir beklentiye kapılmadan çıkılacak olan yolculuklar, her şeyden önce kendi iç dünyanızda keşifler yapmanıza olanak sağlar. Bu durum aslında gideceğiniz yerin sizi şekillendirmesini değil, sizin biraz daha tamamlanmanız için eksik parçalarınızı bulmanıza yardımcı olur. Elbette bu dolaşımı “dünya gözüyle görme”nin ötesinde bir düşünceyle gerçekleştiremeyenler, kendisine gösterilenden daha fazlasını göremeyecektir.
Bugüne kadar onlarca şehir ve ülkeyi birlikte gezmiş kimseler olarak, bundan nasıl bir kazanım elde ettiğimiz sorulursa, aslında buna verebileceğimiz kolay bir cevabımız olmadığını biliyoruz. Zaman varlığının; herkes için anlar üreten, iyi ve kötü olanı, insanlar arasında dolaştıran bir yapıya sahip olduğuna inanmak, yaşanılan anın birileri tarafından yaşandığı ya da yaşanacağını bilmek, belki de güven duygusuna daha duyarlı olmamızı sağladı. Birbirini tanımanın ötesinde bilen, sadece düşünceleri değil, hayâlleri de aynı kodlar üzerine oturmuş kimseler olarak, bir varlığın iki ayrı bedende hareket etmesi gibiydi tüm yolculuklarımız. İnsanlar için böyle bir iddiamız yok ama dünya, iyinin de kötünün de her halini gördü, buna şahitlik etti. Biz aslında buradan kendi payımıza düşenleri toplamanın telaşındaydık. Hiçbir seyahatimize herhangi bir beklentiyle başlamadık mesela. Ne göreceğimiz ne de yaşayacağımız hiçbir şeyin planını yapmadık. Hiçbir zaman birbirimize “Nerede kalacağız, ne yiyeceğiz, nereye gideceğiz?” gibi sorular sormadık. Buna göre hareket etmedik. Eğer öyle olsaydı, ne bir tren istasyonunda gece geçirebilir ne tüm gün sadece gofret yiyerek karın doyurulabilir ne iki saatlik mesafe yirmi dört saat çekilebilirdi. Hiçbir seyahatimizden pişmanlık duymadık. Trafik kazası geçirdiğimiz oldu, gözaltına alındığımız, eşyalarımızı kaybettiğimiz… Çoğu kez kendiliğinden gelişen olayların akışına eşlik ettik. Zamana müdahale edemezdik, ama kendimize ait zamanlar üretebilirdik. Öyle de yaptık.
On iki saatlik otobüs yolculuğunun ardından sabah sekiz gibi Moskova’daydık. Kartopu oynarken biri gelip yakanızdan içeri kar atar da hareketsiz kalırsınız ve tüm dişlerinizi göstererek yüzünüzü buruşturursunuz ya, işte otobüsten indiğimizde öyle bir an yaşadık. Hava o kadar soğuktu ki ilk anda sırt çantalarımızdan montları almayı bile düşünemedik. Moskova’ya gelirken yaşadığımız ulaşım sıkıntısını tekrar yaşamamak adına, dört gün sonra gideceğimiz St. Petersburg’un tren biletlerini almak için istasyona doğru yürümeye başladık. Bulunduğumuz yer Sovyet döneminden kalma binaların olduğu bir bölgeydi. Bu binalar, içlerinde ortak ihtiyaç alanları bulunduran ve genellikle kırk elli metrekare büyüklüğünde evlerden olmasına rağmen ailelerin yaşadığı, eski, hantal, gri ve bakımsız yerlerdi. Dükkânların çoğu henüz açılmamıştı. Ara sayılabilecek bir sokaktan koşar adımlarla istasyona girdik. Ruslar genellikle iklimleri gibi soğuk insanlar. Misafirperver değiller. Özellikle hizmet sektörü noktasında oldukça gerideler. Aslında birçok ülke gezmiş kimseler olarak özellikle hizmet ve servis konusunda -Avrupa’da bile- Türkiye’nin yarısına yaklaşan bir ülke görmedik. Herhangi bir kafenin garsonunda bile güler yüz görmeniz oldukça zor. Tüm bunları bilmemize rağmen tren istasyonundaki gişeci kadınların ulaşım ile ilgili birkaç sorumuza cevap vereceğini düşünmüştük. Bu düşüncemiz ikinci sorunun sorulması halinde surat asıldığını görmek, üçüncü soruda artık cevap alamamaya başlamakla yıkılmıştı. Gerçi bu sürede St. Petersburg için tren biletlerimizi almıştık; fakat uluslararası yolculuk yapan trenin elbette farklı vagonları olmalıydı ve biz hangi vagondan bilet aldığımızı, nasıl bir yerde seyahat edeceğimizi bilmiyorduk. Bu aslında çok önemli değildi. Bir şekilde gideceğimiz yere ulaşacaktık. Nasıl ulaşacağımızın ise önemi yoktu. En azından o an için öyle düşünüyorduk.
Konaklayacağımız yer Kızıl Meydan’a on dakika yürüme mesafesindeydi; fakat meydan oldukça büyük ve her tarafından yerleşim alanlarına gidilebildiği için otelimizi bulmamız da epeyce zaman almıştı. Kuşkusuz bu noktada yardımsevmez Moskova halkının da payı büyüktü. Çöpçüler, polisler, kafe personelleri kendilerine oldukça yakın bu caddeyi bilmediklerini, daha soruyu dinlemeden söylüyordu. Otel sahibi Güney Amerika’ya sempati besliyor olacak ki tüm odaların kapılarına ilgili ülkelerin isimlerini yazmıştı. Odamızın adı Brezilya’ydı.
Moskova, iki üç kalem malzeme dışında İstanbul’a oranla en az iki kat pahalı bir şehir. Bunu ilk market alışverişimizde anladık. (Aynı markete gece girdiğimizde içerideki kırmızı şeritler dikkatimizi çekmişti. Gece on bir itibarı ile alkol satışının yasak olduğu için şerit çektiklerini öğrendik.) Kahvaltının ardından Kızıl Meydan’a gittik. Meydanda büyük bir gösteri için tribünler kuruluyordu. Hemen girişte de Sovyet bakiyesinden olup, bugün Rusya’nın arasının iyi olduğu ülkeleri temsil eden gençlerin at üzerindeki gösterileri vardı. Rusya’da kaldığımız süre içerisinde gördüğümüz en belirgin olay, üçüncü sınıf işlerde hep bu insanların çalıştırılmasıydı. Tatar, Özbek, Kırgız ve benzeri soylara mensup insanlar ya en ağır ya da Rusların yapmak istemeyeceği işlerde çalıştırılıyordu. Bu insanlara, ülkenin sembolü olan meydanda gösteri yaptırmak bir anlamda “Biz hâlâ bunların koruyucusuyuz” mesajı vermekti; fakat sokaklar aynı şeyi söylemiyordu. Kızıl Meydan’ın içinde bulunan ve Rusya’nın sembolü olan, renkli ve kubbemsi biçimiyle Aziz Vasil Katedrali önünde her ülkeden insan fotoğraf çekmek için birbiriyle yarışıyordu. Daha sonra sabaha karşı gittiğimizde bile aynı yerde grup halinde insanlar olduğunu görmek şaşırtıcıydı. Meydanın hemen yanında Kremlin Sarayı bulunuyor. Saray ile meydan arasındaki kısımda da Lenin’in anıt kabri. Bütün gün meydan ve çevresindeki alanları gezip, akşama doğru Volga Nehri’ne indik. Nehir kenarında gezerken yağmurda ıslanmak, göklerin bize verdiği en anlamlı hediyeydi; zira otelden çıkarken gülümseyen güneşe kanmış, güneşin hiç eksilmeyeceğini düşünüp ona göre giyinmiştik. Yanımızda ne yağmurluk ne de şemsiye vardı. O halde yağmur her yerde güzeldi, yağmur her şeyi biliyordu.
Moskova, genel itibarı ile oldukça sıkıcı bir şehir. Baktığınız hemen her yerde polis ve asker görüyorsunuz. Yaptığınız en ufak kural ihlalinde yanınıza gelip pasaportunuzu istiyorlar. İnsaflı bir polise denk gelmediyseniz, peşinden sürükleniyorsunuz. İnsanları soğuk, havası soğuk ve hantal bir yapısı var. İnsanlarla iletişim kurmak çok kolay değil. Sanki şehirde büyük bir kasvet var; fakat biz hiçbir gezimizi göreceklerimiz ya da yaşayacaklarımız üzerine inşa etmediğimiz için, bunların bizim nazarımızda ciddi bir önemi yoktu. Yaşadığımız anın tadını almaya çalıştık.
Moskova Metrosu, kaybolmadan öğrenmenizin çok zor olduğu yerlerden biri. Buna Kiril alfabesi de eklenince işler daha da karışıyor. Şehrin hemen her yerine metroyla gitmek mümkün. Bazı istasyonlar üç katlı ki bunlardan onlarca var. Çoğunda yürüyen merdivenin ucu görünmüyor. Örneğin iki kat inip bir istasyondan başka bir istasyona yolculuk ettiniz. İndiğiniz yerden bir kat daha inerek başka bir yere gittiniz. Normalde yerin onlarca metre altında olduğunuzu düşünürken birkaç durak sonra yerüstünde olduğunuzu görmek oldukça şaşırtıcı. Şaşkınlığımız genelde “Biz beş dakika önce yerin en az iki yüz metre altındaydık, tren de dümdüz gitti” diyerek birbirimize bakarken ortaya çıktı. İstasyonlarda kimse koşuşturmuyor, trenler oldukça sakin; çünkü herkes bir sonraki trenin iki dakikadan önce geleceğini biliyor. Bunu aslında ilk deneyimimizde tren sesini duyup merdivenlerde koşarken bize bakan insanlardan anlamalıydık. Metrodaki ilk deneyimimizde şehrin oldukça dışında bir yere gittik. Aslında gitmek istediğimiz başka bir yerdi ama yanlış bir yere gelmiştik. Geldiğimiz bölgede tıpkı Belgorod şehrinde gördüğümüz gibi kaldırım kenarlarında ellerindeki birkaç parça ürünü satmaya çalışan kadınlar vardı. Park halindeki son model spor arabaya yaslanıp önündeki iki kilo domatesi satmak için bekleyen kadınlar, dünyanın en büyük ironisine ev sahipliği yapıyordu. Moskova, Petersburg kadar olmasa da düz bir şehir. Dağlık, tepelik alanlara rastlamak zor. Gördüğümüz tek yamaca tırmanmak keyif verebilirdi. Hazır nerede olduğumuzu bilmiyorken, o tepeye de tırmandık.
Akşama doğru birçok Rus yazarın bulunduğu Novodeviçi Mezarlığı’na gittik. Yine metroyu kullanarak ulaştığımız bölgede iki saat kadar mezarlığı aradık. Yaşlı bir adam harita üzerinden bize mezarlığı tarif etti. Elbet o da bilmiyordu, mezarlığın ziyaretimizden yarım saat önce kapandığını. Böylelikle mezarlığın yanındaki güzel parkı da keşfetmiş olduk. Ziyaret edeceğimiz tek mezarlık bu değildi. Farkı bir istikamette olan Vagankovskoye Mezarlığını’da ziyaret edecektik. Tüm gün şehri gezip, gece yarısından sonra otelimize geldik. Sabah erkenden Vagankovskoye Mezarlığı’na gittik. Oraya sadece Sergey Yesenin’in kabrini ziyaret etmek için gitmiştik. Kabri başında Yesenin okumak heyecan vericiydi. Mezarı başında tanıştığımız iki Rus Türkiye’den geldiğimizi öğrenince çok şaşırdı. Yesenin’in bizler tarafından bilinmesi ve şiirlerinden alıntılar yapmamız onları mutlu etmişti. Buradan Nazım Hikmet’in kabrinin de bulunduğu Novodeviçi Mezarlığı’na gittik. Mezarlıkta Gogol, Mayakovski, Çehov gibi isimler yatmaktaydı. Yalnızca Rus değil, farklı ülkelere mensup yazarları da barındıran bu mezarlık adeta bir açık hava müzesiydi. Neredeyse sıradan mezar taşının olmadığı mezarlıkta birçok sembol içeren heykel ve görseller vardı. Mezarlıkta en az kırk elli kişilik, dört beş farklı grup gördük. Bu aslında mezar taşlarıyla değil, yatanlarla ilgili bir durumdu. Zira birçok Avrupa ülkesinde benzer mezarlıklar olmasına rağmen böyle kalabalık görmemiştik. Bir anlamda burası, turistik bir alandı. Şiirlerinin ve inandığı düşüncelerin bizde karşılığı olmayan Nazım Hikmet’i de ziyaret ettik. Aslında bizim ziyaretimiz, düşüncesi her ne olursa olsun bu topraklardan beslenmiş ve ülkesinden ayrı kalıp “vatanım, vatanım” diye hasret çekerek ölmüş bir vatansızı anmaktı. Bize göre vatansızlığın ne demek olduğunu anlamak için, başka bir ülkede kısa süreli de olsa gözaltına alınmak yeterlidir. Derdinizi anlatamamak, muhatap bulamamak, ne olacağını bilmemek gibi tedirgin edici süreçler neticesinde yıllarca vatan diye inlemiş insanların acısı bir nebze de olsa anlaşılmış olacaktır. Nazım’ı düşüncelerinden ötürü değil, düşüncelerine saygı duyarak vatansız bir garip oluşundan ötürü selamladık.
Dört günün ardından St. Petersburg’a gitmek üzere tren istasyonuna geldik. Hava yine çok soğuktu ve gece iki treniyle on iki saatlik yolculuğumuz başlayacaktı. İstasyonun yanındaki bir kafede otururken on beş yıl önce Türkiye’de popüler olan şarkıları -Onun Arabası Var, Kıl Oldum Abi- dinlemek ilginçti. Yolculuk vakti gelmişti artık. Biletimizde yazan vagon numarasından trene girdiğimizde yolculuğun çok daha uzun süreceğini anladık. Altı kişilik bir odadaydık ve oda doluydu. Üstelik pencerenin kenarından rüzgâr giriyordu. Trende uyuruz hayâliyle çok az uyumuştuk. Tren hareket etmişti artık. Çok uykumuz vardı, ama uyursak donarız diye düşünüyorduk. Zaman zaman uyku soğuğa galip gelse de henüz iki saatlik mesafede zor duruma düşmüştük. Vagonlar arasında gezmeye başladık. Yataklı bölümler vardı. Moskova’ya geldiğimiz sabah tren istasyonundaki gişe memuru kadın trende yataklı vagon olduğunu söylememiş; bize hiçbir alternatif sunmadığı gibi, sorularımıza da cevap vermemişti. “Bir şekilde gideriz, önemi yok” dediğimiz şey, büyük bir önem arz ediyordu. Her vagonda bir kondüktör kadın vardı. Burası Rusya’ydı ve biz bilet farkı(!) adı altında bu kadınlardan birine ödeme yaparsak yataklı vagona geçebilirdik. En azından böyle düşünüyorduk. Düşündüğümüz gibi de oldu. Üzerimize aldığımız ikişer battaniye ile uykunun kollarına yaslanmıştık. Eksilen yalnızca beş yüz rubleydi. Güneş doğarken eski odamıza gittiğimizde odada bir kişi hariç kimsenin kalmadığını, onun da sıra şeklindeki oturağa uzandığını görmek tatmin olmamız açısından önemliydi. Daha sonra kendimizi yolculuğun son iki saatini koridorda ayakta geçirme cezasıyla ödüllendirdik. Artık St. Petersburg’a gelmiştik.
Not Düşelim: Bizce St. Petersburg çok güzel bir şehir. Burada çok şey yaşadık. Bir sonraki yazıyı bekleyin deriz.
Teşekkür Edelim: Ukrayna, Rusya Gezi Notları tutulurken, Ukrayna’ya gelişimizde bize eşlik eden Oleg Ermuraki ve tüm yolculuk boyunca yanımızda olup, fotoğrafın tam içinde yer alan, hikâyenin gizli kahramanı Ahmet Durmuş’a teşekkür ediyoruz.
Yazar Blogları için:
Ukrayna, Rusya Gezi Notları
Nurdal Durmuş: www.nurdaldurmus.com
Gökhan Şimşek: www.gokhansimsek.com.tr
sosyal medya
facebook : http://www.facebook.com/nurdaldurmus
twitter : http://www.twitter.com/nurdaldurmus
instagram : http://www.instagram.com/nurdaldurmus
tumblr : http://nurdaldurmus.tumblr.com
Bu soğuk ülkenin yazarları kalemin kağıdın içini nasıl ısıtmış böyle?
İlk iki paragrafi, alti cizili satirlari gezip gormenin… ” insanin kendisine ait zamanlar uretebilmesi, vs.. ” Oralarda onlara birseyler sorarken gosterdikleri tavirdan, burada bize birsey sorduklarinda eser yok. Bi sevimli oluyorlar ki sormayin :)) Ruhsuz ulkelerin mekanik insanlari… Fen bilgisi kadar gelismiş, matematik kadar tutarli olsalarda, hayat bilgisinden yoksundur; Turkiyeden baska her ulke. Turkiye mi? Hem yaramaz bir çocuk, hem akli selim bir veli benim gozumde…
Yine güzel bir yazi olmus, keyifle okudum. Gezi boyunca sanki bütün terslikler sizi bulmus. Böyle durumlarda insanin yol arkadasini iyi secmesi gerektiginin önemi de anlasilmis oluyor. Allah dostlugunuzu daim eylesin… Paylasim icin ayrica tesekkürler… Kendi adima okumaktan keyif aldigim bir yazi dizisi oluyor… Bir sonraki bölümü merakla bekliyorum…
Belki de bir gezi yazısında bulunabilecek tüm lezzet, şahsi tecrübelerden damıtılmış samimiyetten ibarettir. İlla ki gidilen yere gitme hissi uyandırması da gerekmez, Moskova’yı biz de sevmedik meselâ; yazarların ruh dünyaları bize tamamen geçtiğinden kaynaklanıyor sadece elbette. Devamını merakla bekliyoruz…
Yazının devamını merakla bekliyoruz.
Nurdal ve Gökhan beylerin birlikte yazdığı yazılarda müthiş bir derinlik var. Beğeniyle okuyorum.
yerinizde olmak isteyen çok kişi var biri de benim.
hayat, yolun özeti gibi..