28 Temmuz 2014

Soru/n Aslında Şu! Aynadaki Kim?

ile Nurdal Durmuş

 

Nasıl devam ediyordu Beatles’ın şarkısı?
“Ansızın gördüm ki o eski halimin yarısı bile değilim.”

 

Annemden öğrendiğim ilk şey; kendimden büyüklere, öğretmenlere, yaşlılara her şartta ve her ortamda saygılı olmamdı. Her gördüğüm yaşlıyla selamlaşıp hal hatır sormak, hayat tecrübelerini dinlemek, öğretmenlerime hayatımın çıkmaz sokaklarında çıkar yol bulmamı sağlayan pek çok şeyi öğrettikleri için ömür boyu saygı duymamdı. Oyun halkasında mızıkçılık yapmamalı, misafirlere hoş geldiniz demeliydim. Kimsenin benden kötülük görmemesi, beladan uzak durmam, her zaman güler yüzlü olmam ve birileriyle sohbet ederken o kişinin gözlerine bakarak söylediklerini önemsediğimi düşündürecek bir tutum içinde olmalıydım. Bayramlarda, kandillerde, düğünlerde, ölümlerde akraba, dost ya da aile büyükleriyle birlikte dayanışma içinde olmalı hısım akrabaların iyi kötü günlerinde hâl hatır sormalıydım. Kapıdan el açanı geri çevirmemeli, iyilik yapmaktan, paylaşmaktan, yardımlaşmaktan ne olursa olsun vazgeçmemeliydim.

Dün gece yastığa başımı koyduğumda aklıma gelen nedense annemin bu nasihatleri oldu. Bugünümü dünle kıyaslayıp teraziye vurunca da Beatles’ın şarkısındaki “O eski halin yarısı bile değilim.” cümlesi dilime dolandı. Bir yaşlının en son ne zaman elini öpmüş, hayat tecrübelerini dinleyip istifade etmiş, tartıştığım kişiyle inatlaşmaktan vazgeçip gönlünü almıştım. Hangi hastayı ziyaret etmiş, hangi dostun ansızın kapısını çalıp kucaklaşmış, ne zaman televizyonun düğmesini kapatıp hayatın düğmesini açmıştım? Metroda yanımda oturan hangi insanla selamlaşmış, nezaket cümleleri kurmuştum? Bunları düşününce kendimi bir anda George Simmel’in ilk kez toplu taşıma araçlarıyla ülkeyi bir uçtan diğer uca dolaşma imkânına sahip olduklarında, yanlarındakiyle hiç bir şey konuşmadan seyahat eden Almanlar için yaptığı tanımlamanın içinde buldum. “İnsanlık tarihinde ilk kez iki insan yan yana bu kadar yakın oturup, bedenleriyle birbirlerine dokundukları halde saatlerce birbirleriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar” demişti Simmel. Ne müthiş bir tanımlama!

Şimdi bizler de gerek görsel, gerek teknolojik, gerekse ulaşım açısından iletişim çağının bütün olanaklarına en yakın olduğumuz zaman diliminde aslında birbirimizle iletişim kurmaktan çok uzaktayız. Önümde paradoks gibi duran iki durum söz konusu: Hem iletişim çağından söz ediyoruz, hem de iletişimsizliğinin düşürdüğü yalnızlıktan. Peki, ne olmuştu? Neden, nasıl, niçin olmuştu? Üstelik medeniyetimizde iletişim, söze büyük ehemmiyet vermiş şifahi kültüre dayalı bir gelenekten geliyordu. Sohbet halkaları, istişare meclisleri, kahvehane toplantıları, dost meclisleri geçmişten günümüze hamurumuza karışmış maya gibi toplum olarak kenetlenmemizi sağlamış; selamlaşma, davet etme, yardım etme, düşenin elinden tutma gibi insan olma erdemimizi diri tutmuştu.

İletişim Çağı denilen yeni yüzyıl kısa yol tuşlarıyla yaşanan hızlı bir tüketme metodu geliştirmiştir. Ziyaretlerimizi SMS, ticaretlerimizi banka kartları, yardımlarımızı tanımadığımız insanların hesaplarına nakleden bir algı biçimi geliştirip tanışmamızı, iyi kötü günde bir arada olmamızı, dost olmamızı ortadan kaldırmıştır. Birbirimizin hikâyesini bilmenin, dinlemenin, sohbetlerimizin arasına telefonlar, son dakika haberleri, ekonomi, TV dizileri, filmler ve internet girmiştir. Kısaca muhabbetimiz hep yarım, hikâyemiz hep eksik kalmaktadır. Sözlü iletişimin ortadan kalktığı sözüm ona iletişim çağında maalesef en iyi dostlarımız karşımıza alıp izlediğimiz TV, cümleleri kısaltarak alelacele konuştuğumuz telefon, kulağımıza takıp dinlediğimiz müzik çalar olmuştur.

Farkında mısınız artık çocuklarımız bizim masallarımızla değil yataklarının başucuna koyduğumuz ses cihazlarından dinledikleri hikâyelerle uykuya dalmaktadır. Saçlarını okşayıp gözlerinin içine bakarak, ara sıra yüzlerine öpücükler kondurarak söylediğimiz, ömür boyu kendilerine kılavuz olabilecek nasihatlerden mahrum büyüyorlar. Ruhlarını okşayan, yaralarını iyileştiren bütün güzel değerlerin yerini ruhsuz, sevgisiz, şefkatsiz tek düze sesler ve makineler aldı. Körebe, saklambaç, mendil kapmaca gibi oyunları; el ele tutuşabilecekleri, göz göze hayal kurabilecekleri oyun arkadaşları da yok. Hayatı sokakta düşe kalka öğrenebilecekleri alanları da yok zaten. Yalnızca odaları var. Özel odaları… Oyunlarını bilgisayarda oynuyor, tanımadıkları binlerce insanla aynı sanal ortamda sanal savaşlar yapıyor, silah alıp silah satıyorlar. Derslerini arama motorlarından hızlıca buluyor; kitapsız ve emeksiz bilgi sahibi olup çabuk unutuyorlar. Kahramanlarını televizyondan ya da oynadıkları oyunlardan seçiyor, internette tanıştıkları sevgilileriyle randevulaşıp tanışık olmadan cinsellikle tanışıyorlar. Sonra tekrar odalarına; bir başınalıklarına, yalnızlıklarına gömülüp yeni şeyler tüketmenin girdabına düşüyorlar. İletişim Çağı’nın bizi getirip bıraktığı kör nokta tam olarak burası. Bu bağımlılık duygusu çok ürkütücü değil mi? İletişim Çağı’nda iletişimsizlik sarmalı yaşamı tümüyle değiştirip her şeyi birbirine benzetiyor. Bin yıllık gelenekleri, kültürleri ve hatta inanç sistemlerini bile tekdüze hale getiriyor. Stefan Zweig, inandığı değerlerin bir bir yıkıldığını, yaşamının bir anlamı kalmadığını düşünüp karısıyla birlikte ölüme giderken 15 Haziran 1940 tarihli günlüğüne: “Neredeyse 59 yaşındayım, önümdeki yıllar korkunç olacak” diye yazmıştı. Zweig,“Tekdüze Bir Dünya” adlı denemesine “Dünyadaki tekdüzelik karşısında ürperti duydum.” diye not düşmüştü. Ne kadar haklı!

Şimdi aynı apartmanda biri tek haneli dairelere, diğeri çift haneli dairelere numarası olan ev sahiplerinin aynı yöne bakmayan iki farklı asansörden gidip geldikleri yeni bir mimari anlayışımız var. Evet, artık ‘site insanı’ diye yeni bir ruhsuzluğumuz var. Giyim kuşamlarımızın, evden çıkıp dönüşlerimizin, alışveriş biçimlerimizin hatta yüz ifadelerimizin birbirine benzediği; gülüşlerin sahteleştiği, tekdüze, birbirinin aynısı insan topluluklarının birbirini tanımadan yaşadığı yeni mekânlar var. Evimize gelen en yakınlarımızın bile güvenlik kontrolünden geçtiği yeni yaşam alanları. Mahallesi, sokağı, çeşmesi, camisi, satıcısı, yaşlıları, körleri, topalları, dilencileri olmayan düzgün giyimli adamları, şık kadınları, sahip oldukları maddi imkânlarla rütbe savaşına girmiş çocukları, delikanlıları olan ruhsuz yaşam alanları…

Zweig haklı çıktı, “kendi kendilerini uşak yapanların kişiliklerini yitirme coşkusu bütün halk topluluklarını” yıkıp geçti. İletişim çağında birbiriyle iletişim kuramayan küresel bir sürünün içindeyiz artık.

 

II

“En uzak mesafe ne Afrika’dır
ne Çin, ne Hindistan,
ne seyyareler
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan…
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
Birbirini anlamayan”
Can Yücel

Elektrikle iletişimi (Telgraf) bulan Samuel Finley Breese Morse“Telgraf, bütün ülkeyi bir mahalle haline getirecektir.” derken belki de günümüzün en önemli iletişim araçlarından biri olan telefonu, televizyon ve interneti tarif etmişti. Finley haklı çıktı. Elektrikle iletişim (Telgraf) sadece bir ülkeyi değil koca bir dünyayı mahalle haline getirdi. Ruhsuz, mekanik, soyut bir mahalle… İnsanın modernleşme ve sekülerleşme belasıyla kendini tükettiği bir mahalle… İletişim teknolojileriyle bireyi kendi yalnızlığına hapsedip sahici yaşamaktan koparan bir mahalle. Kutsaldan, sözden, gelenek-görenek ve toplumsal dayanışmadan; akraba, dost, komşuluk ve aile ilişkilerini iğdiş eden bir mahalle…

İletişim Kuramcısı Neil Postman içerisinde olduğumuz bu durumu tanımlarken; “Telgraf, ülkeyi bir mahalle haline getirmiş olabilirdi; ancak bu, özgül türde bir mahalle, birbirleri hakkında sadece en yüzeysel bilgileri bilen yabancıların oturduğu bir mahalleydi.” ifadelerini kullanmıştır. Kısaca soğuk, niteliksiz ve menfaat ilişkilerinden örülü; uzak mesafelerin kısa mesajla, yüz yüze iletişimi engelleyen iletişim teknolojilerinin aracılığıyla sağlandığı, yüzeysel selamlaşmaların mekanik mahallesinde oturuyoruz. İnsanlar arasındaki iletişimsizliğin iletişim araçlarının gelişmesine karşıt olarak arttığı küresel bir yalnızlık mahallesinde. Oysa bizim asıl mahallemizde “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” gibi iletişim sorumluluğunu insan ruhuna yükleyen köklü bir duyarlılığımız vardı. Bizim mahallemiz kavramı; nesillerin zamanı nasıl tasarruf ettiğini, mekânı nasıl biçimlendirdiğini, eşyayı nasıl evcilleştirdiğini velhâsıl hayatı nasıl yumuşattığını öğretirdi. Bizim mahallemizdeki ileri değil insani iletişim metotlarında; köşe başındaki çeşmenin, kaldırım taşının, çınar ağacının gölgesinde içilen bir bardak çayın, sütçünün, simitçinin, yoğurtçunun, bozacının varlığı bütün iletişim metotlarının ahenginden daha fazla ilham veren ve hayatın devam ettiğini hatırlatan müthiş bir ruh dinginliği barınmaktaydı. Bu öğreti aynı zamanda ete kemiğe bürünmüş, mekanikleşmemiş; sanayi devrimlerine, sloganlara, teknolojik gelişmelere, renkli ekranlara karşı durarak içimizdeki derin boşluğu bertaraf eden endişe duyacak bir şey olmadığını öğütleyen kocaman bir güven duygusuydu. Tanpınar’ın tarifiyle “Üst üste yaşanmış bir zaman içinde birçok defalar kurulmuş, bozulmuş, çerçevesi küçülmüş, fakat daima kendi kendisi kalmış ve her defasında bir evvelkinin bir yığın artığını, mahiyet ve değerine bakmadan terkibinin içine almış bütün bir hayatın rengiydi.” Bu renk bizlere moderniteye rağmen mizacımızı, kişiliğimizi, mahallemizi, geleneklerimizi, nasihatleri, mekânları şekillendirirken en belirleyici özelliğimizin yalnızlık ve iletişimsizlik olmadığını da öğretiyordu.

Türkiye’de iletişim biliminin kurucusu sayılan, yetiştirdiğimiz en önemli toplumbilimcilerden ve 2009 yılında aramızdan ayrılan Ünsal Oskay, içinde bulunduğumuz iletişimsizlik ve yalnızlık sorununu tanımlarken günümüz insanının mekanikleşen ruh halini şöyle tarif ediyordu: “Sokaklardaki “kalabalık içindeki yalnız insanlar” gibi TV ekranının karşısındaki insanlar da komşularından ve kendi toplumsal gerçeğinden soyutlanmış insanlardır. Televizyonun bugünkü kullanım biçimi ve yayın politikası “uzakları yakınlaştırırken, yakınımızı ustaca bizden uzaklaştırmaktadır.” Böylece yalnızlaştırılmış insan, yalnızlığını fark edemeyeceği bir gaflete düşmektedir. Kendisinden ibaret bir dünyaya kapanmak, aslında çok büyük bir aldanmadır. Toplumsal konumu bakımından onunla aynı sorunu yaşayan bir diğer sıradan insandan uzaklaşan ve onu kendi mutluluğu için en büyük hasım sayan “sıradan insan” şimdi, kendisine ait son “harem-i ismet” saydığı evinde medyanın ve ardındaki iktidar odaklarının düzenlediği yanlış bir hayatın içindedir. “Dünyayı istediği gibi biçimlendiren odakların iletişim teknolojisinde sınırsız gelişmelerin yaşandığı günümüzde, insanlar arasındaki iletişimsizliğin ortaya çıkması ve gözler görülür biçimde yoğunlaşmakta oluşu bundan kaynaklanmaktadır.” (İletişim’in ABC’si Ünsal Oskay 1994)

Oskay’ın tarif ettiği bireyler olarak bugün kendi odalarımızda, kapıları kendi yüzümüze kapatarak bir başına yaşamaya alışmış budalalığımızla en basit iletişim metotlarını hayatımızdan dolayısıyla mahallemizden hızla uzaklaştırmak çabasındayız. Niye? … Can sıkıntısını alışveriş yaparak, oyun ve eğlenceyle gidermeye çalışan, dizi film izleyen, internette sörf yapan bu yeni mekanik soyluluk maskesinin yüzeysel bir palavradan öteye geçemeyeceğini ne zaman fark edeceğiz? İnternet, telefon, TV ve iletişim teknolojilerini birbirimizden uzaklaşmak için kullanmamamız gerektiğini ne zaman algılayacağız? Bu durumun ruhumuzun ilacı, derdimizin dermanı, sohbetimizin konusu olamayacağını ne zaman anlayacağız? Markete gitmeden, internetten sipariş verip bilgisayar aracılığıyla alışveriş yapmanın bizi kendi mahallemizin, sokağımızın, içimizin, özünden ve sözünden mahrum bırakacağını fark etmeyecek miyiz? Sanal sohbetlerimizin, ileri teknoloji cihazlarıyla kurduğumuz iletişim metotlarının hiçbirinin kucaklaşmanın, sarılmanın, aynı sofrada yemek yemenin, aile fertleriyle bir arada bulunmanın, dertleşmenin, selamlaşmanın, bakkalda manavda ayaküstü sohbete durmanın, kapıdan balkondan birbirimize seslenerek hal hatır sormanın, cami çıkışında kucaklaşmaların yerini dolduramayacağını göremeyecek miyiz?

III

“Onca varlık var iken, gitmez gönül darlığı!”
Yunus Emre

2000 yılının hemen başında televizyonlarda yayınlanan Kent Şekerleme reklamını sanırım hepimiz hatırlarız. Reklamda bayramda çocuklarını bekleyen ve camdan yollarını gözleyen huzurevindeki yaşlı karı kocayı görürüz. Son derece duygusal bir müzikle -iletişim çağında- yaşlı karı koca camlardan çocuklarının yollarını gözlemekte, bayram ziyaretlerini dört gözle beklemektedirler. Evet, aranmışlardır belki, telefonla konuşmuş; internet üzerinden görüntülü sohbet etmiş, torunlarına el sallamışlardır ama bir umut hala camdan bakıp sokaktan medet ummaktadırlar. Beklenti hep aynıdır… Gelecekler mi?

İletişim çağında iletişimsizliğin en çarpıcı örneklerinden biri olan reklam filmi bir insanın kapısını çalmakla bir insana ulaşmak arasında nasıl derin bir fark olduğunu göstermekle kalmamış adeta bu farkı iliklerimize kadar hissettirmişti. Çünkü insan özleyen; kucaklaşmak, sarılmak, öpmek, dokunmak isteyen ete kemiğe bürünmüş ruh sahibi duygusal bir varlıktı. İşte bu nedenle yüz yüze iletişim metotları dışındaki bütün yollar insan mizacına tezat teşkil eden soğuk, mekanik ve ruhsuz dokuya sahiptir. Bu yaklaşımımız şüphesiz iletişimin olanaklarından yararlanmayalım anlamını taşımaz. Tam tersine iletişimi sadece imkânsız olana erişmek için bir araç kılmak ama iletişimi teknolojiye kurban edip imkânsızlaştırmamak anlamını taşımaktadır. Amacım elbette bin yıl öncesinde yaşamak değil, geçmişten ilham alarak bugünü yaşamaktır. Geçmişin kötü tekrarı değil geleceğin taze ufuklarına geçmişimizi de yanımıza alarak bakabilmektir. Niyetimizi belki de Mevlanâ’nın “Ne ararsan ara, kendi içinde ara, başka yerde arama!” sözü izah etmeye yetecektir. Ama elbette Mevlanâ’nın bu sözü kendi içimize kapanalım, bireyselleşelim, iletişimsiz, güvensiz bir mekaniklikle izole olalım anlamında söylememiştir. Kendi iç dünyamızdan, geleneğimizden, kültürümüzden haberdar olmak, kendi benliğimizi kendi geçmişimizin içinde aramak, onunla barışık olmaktan bahsetmiştir.

Herkesin kendini bir şekilde içinde bulabileceği, gelişmiş ya da gelişmekte olan, kapitalizm ve modernlikten nasibini almış bütün toplumlardaki bireylerin sıkışmışlığını anlatan Pandora’nın Kutusu isimli filmin yönetmeni Yeşim Ustaoğlu, filmiyle ilgili soruları cevaplarken iletişimin mekanikleşmesiyle ilgili çok çarpıcı tespitlerde bulunmuş: “İstanbul’daki her yerleşim ve her alışveriş merkezi, her türlü sosyal yapılanmalar, her türlü bölgecikler hassasiyetleri bakımından şehrimiz yalıtılmış departmanlar halinde örgütlenmiştir. Yalıtılmış alanları gerektiren maddi varoluş koşulları bizzat iletişimsizliğin birincil nedenleri haline de geliyorlar” diyerek başından beri anlatmaya çalıştığımız mekanikleşmemizi ve iletişimsizliğimizi özetlemiştir. Yeşim Ustaoğlu’nun işaret ettiği bu ruhtan arındırılmış mekanik yalnızlık duygusu aslında hızla ve hemen değişen zaman dilimlerinde bırakın bir başkasını kendi derdimizi, sağlığımızı ruh yorgunluğumuzu bile ertelemek zorunda kaldığımız garip bir algı da geliştirmiştir. ‘Aynadaki kim?’ sorusuna vereceğimiz cevaplar maalesef bizi: “Hep işimiz var, hep yoğunuz, hep vaktimiz dar ve hiç zamanımız yoktur…” şeklinde devam eden yalancı bir savunma metoduna teslim etmiştir. Farkındaysanız zengini ve yoksuluyla, kültürlüsü ve cahiliyle, kentlisi ve köylüsüyle Türk toplumu da dünya toplumları gibi, medyatik yaşama tutsak olmuş, iletişim için zaman bulamayan koca bir toplum gününün neredeyse altı saatini TV başında dizi izleyerek geçirmeye başlamıştır. Televizyonda Perihan Abla karakteriyle tanıdığımız Perran Kutman, bu yeni şizofreni medya algımızı “Gerçek, sahte kimliği icat etti.” cümlesiyle betimlemiştir. Gerçek ablalar, kardeşler, dostlar, arkadaşlar, anne-babalar gitmiş yerine sahte zamansızlık teorilerini kendisine duvar yapan maskeli kişilikler gelmiştir.

Bugün özellikle aile içi iletişimde en büyük sorun olarak görülen TV ve internet için sosyolog kimliğinden çok, Hürriyet’in eski yayın yönetmeni kimliğiyle tanınan Ertuğrul Özkök’ün yaptığı tanımlama ise oldukça manidardır. “Televizyon, modern toplumda insanları sürü halinde yaşatmaya, bir arada uyuma sokmaya, onu sistem içinde tutmaya çalışıyor. İnsan-insana ilişkilerin duygusal temelini yıkan TV, ilk etapta kitlelerin zihnini uyuşturur, onlara tek bir merkezden ortak bir gündem sunar, sonra bütün bireysel, zümresel farklılıkları yok ederek toplumu bir bütün için standartlaştırır.” Kitle iletişim araçlarının en olumsuz etkisi belki de günlük yaşamın her anını ve olgusunu “seyirlik bir oyun” haline indirgeyişidir. Bugün dünyanın her tarafında olup bitenleri en kısa zamanda hem de görüntüleriyle izleyebiliyoruz. Etiyopya’daki aç çocuklar, Güney Afrika’da kara derili insanlara yapılanlar, El Salvador’da, Şatilla kamplarında işkence gören, katledilen insanlar günlük yaşamımızın ancak seyirlik bir olgusudur artık. “Kısaca bu açılardan kitle iletişim araçları, kültürün ‘duyarlı hale getirme’ işlevini törpülemiştir. Oysa günlük dramın seyirlik bir olgu haline indirgenmesi kadar tehlikeli bir şey olamaz. Ne yazık ki, çağdaş iletişim sistemi bu bakımdan eleştirel duygunun parçalanmasına yol açmıştır.” (Ertuğrul Özkök, İletişim Kuramları Açısından Kitlelerin Çözülüşü, 1985) Ertuğrul Özkök’ün ‘kültürün duyarlı hale gelmesini törpülemek’ ifadesi de yine sorunumuzu özetleyebilecek en temel anlamı içinde barındırmaktadır.

Adına ister mahalle kültürü, geleneksel kültür, inanç kültürü, ister medeniyet, sanat kültürü, ister iletişim kültürü, yaşam kültürü deyin bu kültür bizi biz yapan bütün öğeleri içinde barındıran yegâne olgudur. Kızılderililer bir yolculuğa çıktıklarında durdukları yerde mutlaka birkaç gün mola verir ve o yöreyi, kültürünü ve o bölgenin insanlarını tanımaya çalışırlarmış. Bunun nedeni sorulduğunda ise,“Eğer çok hızlı giderseniz, ruhunuz geride kalır. Ruh olmadan yapılan yolculuklardan bir hayır gelmez.” diyerek cevap verip modern dünyanın hiçbir şeye yetişemeyen, hayatı ıskalayan bu yalancılığını ne de güzel özetlemişlerdir. Bu hızımızın bizi kültürümüzden ne kadar uzaklaştırdığını; durup dinlemenin, anlamanın, fark etmenin, selamlaşmanın, hal hatır sormanın ruh bönlüğümüze iyi gelecek en temel ilaç olduğunu maalesef fark edemiyoruz. Uzun zaman sonra bir sosyal paylaşım sitesinde karşılaştığım arkadaşım, “Biz çocukluk arkadaşıyız Nurdal, yıllar sonra birbirimizi buradan bulup konuşmak yakıştı mı bize?” diye sormuş ve eklemişti: “Ne gelseydik buralara ne de denizi görseydik.”

Cahit Sıtkı Tarancı, “Hayâl meyâl şeylerden ilk aşkımız / Hatırası bile, yabancı gelir. / Hayata beraber başladığımız / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir / Gittikçe artıyor yalnızlığımız.” diyeli kaç yıl geçmiştir acaba? Sahiden en belirleyici özelliğimiz yalnızlığımız mı? Oysa insan, nedeni, amacı, anlamı sorgulayan, iyi ve kötüyü ayırt eden varlık değil midir? Biz neden sormuyoruz? Durumumuzu, vazgeçtiklerimizi neden sorgulamıyoruz? Her sabah maskemizi takınıp, günlük yüzümüzü makyajlayıp sokağa çıkıyoruz. Adı hep “ben” olan zaman aralıklarında hayat kurguluyor, yalnızlıktan şikâyet ediyoruz. Neden?

Sadi diyor ki: “İki şey ruhumu karartır: Konuşacakken, susmak, susacakken konuşmak.” Hadi konuşalım, soralım, sorgulayalım ve ruhumuzu aydınlatalım.

Ruhumuzu karartan nedir? Hani öğretmenlerimiz bize hayatın çıkmaz sokaklarında çıkar yol bulmayı öğretmişlerdi. Bizi ruhumuza dolanan bu kablolardan, TV ekranlarından, bilgisayar monitörlerinden kim çıkaracak? Gülümsemeyi, aramayı, kıymet bilmeyi, hâl hatır sormayı, önemsenip önemsemeyi, yaşadığımız yere kendi ruhumuzu katmayı, hayatı mekanik bir makine olmaktan çıkarmayı kim öğretecek?

Ya da asıl soru/n şu mu? Aynadaki kim?

Nurdal Durmuş / Sosyal Medyadan Takip Etmek İçin;
web : http://www.nurdaldurmus.com
facebook : http://www.facebook.com/nurdaldurmus
twitter : http://www.twitter.com/nurdaldurmus
google + : https://plus.google.com/103409812062488294986/posts