Her şey Söylenmeden Bitti!
Ah sevgilim neden gidiyorsun?
“Seninle akşamları karşılıklı oturup hayattan söyleşebilirdik…”
14 şubat, kimine göre kapitalizmin kasalarını doldurmak için uydurduğu para bayramı, kimine göre hengâmeli hayatın birbirimizden uzaklaştırdığı boşluğu sevgi sözcükleriyle doldurmak ve sevdiğimizi mutlu etmek için günlük bahanemiz…
Adı, tanımı ya da amacı her neyse ne! Aklıma takılan sorulara cevap bulmam lazım!
III. Yüzyılda yaşamış ve zamanın sevilen din adamlarından biri olan Aziz Valentine’yi ölüm yıldönümlerinde yapılan anma günü, şekil değiştirerek sevgililer gününe nasıl ve ne amaçla dönüşmüş?
Hadi dönüştü diyelim! Bu günü kutsal ilan eden insanlığın bu kadar çok sevgi katletmesinin, aşk tüketmesinin sebebi nedir? Eskiden bir gülle yetinen beklentiler, bugün pırlanta yüzüklere, reklamların yalanlarının 10 takside sattığı mutluluk yanılgılarına nasıl dönüşmüş? Aşk, neden kendi değerlerinden yoksun, hem anlam, hem de kavram olarak içi boşaltılmış yalanlarla yaşanıyor? Kendi medeniyetimizin Leyla ve Mecnun’larının hayat hikâyelerini okuyup “vayy ne aşkmış” demek yerine, modern hayatın Leyla ve Mecnun’larını neden çıkartamıyoruz? Tertemiz, adına leke bulaşmamış bir aşk hikâyemiz neden yok? Neden hala geçmişin aşk öykülerini hikâye, roman ve şiirlerimize konu ediyoruz? Neden, hangi yöne dönsek birbirinden şikâyet eden evlilikler ve son beş yılda %40’lara merdiven dayamış boşanma oranları görüyoruz? Aşk, kimsenin bir türlü tanımlayamadığı duyguysa, herkes neden âşık olduğunu söylüyor? Diyelim aşk yan yana dizdiğimiz üçbeş sevgi sözcüğüyle tanımlanacak kadar basitleşti… Bu basit duygu nasıl oluyor da bizi, kalbimizin en derinlerinde yaşadığımız ciddi hayal ve hayat kırıntılarına, intiharlara, hastalıklara ve dertlere bulaştırıyor? Nasıl oluyor da hemen tüketilen ve aslında hiç yokmuş ya da keşke olmasaymış diyebileceğimiz ürkünç bir nefrete dönüşüyor?
(II)
Aşk, ayrılığa düştüğünden beri kazanılmış sınavları görmeyen benliğimiz, kaybolmuş aşkların izinde sarsıntılı yürüyüşler yapıyor. Ne kadar saklanması gereken duygu varsa hepsini bir anda tüketen insanlık, azgın bir iştahla inanç değerlerinden yoksun, günlük hazların peşinde koşan ve bu hazları aşk sanan yanılgı bataklığında duygu katliamı yapmaya devam ediyor. Pencerelere perdeleri çekerek sokakları ıssızlaştıran insan, kendi kirlenmişliğine bakmadan aşk adını verdiği kendi yalnızlığının derin kuyularından kendisini çıkaracak tertemiz gerçek bir elin çaresiz beklentisine teslim oluyor. Her yitirilen, tüketilen sevginin ardında derinleşen boşluk girdabında acı çeken masum duygular, yeni bir günün getireceği müjdelerin de olmadığını düşünüyor. Arabesk fanteziler üzerine acılı hayatlar kurgulayan gençlik, çözüm bulmak yerine sorunlarını daha da kalabalıklaştırmak ve alışma bataklığında bütün duygularını cinsellik deneyimleriyle tüketmeye devam ediyor. Hem de mutsuzlaştıkça, mutlu olduğunu zannederek büyük bir yanılgı bataklığına saplanıyor. Teknolojinin imkânlarını sözcük tüketmek, duygu azaltmak adına kullanan insanlık mektubunu, çekingen ve ürkek bakışlarını, gelenek ve inanç değerlerinin öngördüğü ahlak ve kazanımlarını modern hayatın çarklarında öğütünce, doğrusu geriye arsız bir aşk kırıntısı bırakmış oluyor.
Kısaca aşk; iki perdelik bir drama, belki de “başladı ve bitti” komedisine dönüşüyor!
Aşk yitik, yitirilen benlik, acı çekense hep hayat oluyor!
Şimdilik aşk benim içinse, Anka’nın Kafdağı’na uçurduğu gizli hazine!
(III)
Sevgili insan bu kadar soru ve cevaptan sonra sizlere aşkın ne olduğuna dair ilginç bir yaşanmışlık anlatmak istiyorum.
1950’li yıllar…
Annesini 7 yaşında kaybetmiş, yokluk ve anne şefkatinden mahrum büyüyen, evlendiğinde 14 yaşında olan bilge bir kızcağız; annem.
Türkiye’nin derin savaş yaraları ve yokluk yıllarının en belirgin hissedildiği bir zaman diliminin ortasında fakirlik, kalabalık aile yapısı ve bütün imkânlardan yoksun çocukluğunu yaşamış ve gençlik yıllarının ilk dönemlerini yaşayan bir adam; babam.
Büyüklerin yanında yakalı gömleğin, saç taramanın, tıraş olmanın ayıplandığı, babaların çocuklarına yavrum, evladım, oğlum, kızım demesinin, sarılıp öpmesinin ayıp sayıldığı dönemler!
İçinde büyüyen o derin duyguyu cep telefonuyla, mektupla, sms ya da herhangi bir iletişim aracıyla asla söyleme imkânına sahip olamayan, tüketemeyen bir adamdır babam. Sırılsıklam âşıktır yetim kıza! Ama ne çare, nasıl olacak bu iş! Kime söylemeye cesaret edebilir ki?
Bugüne kadar birçok aşk mektubu yazmış, okumuş birisi olarak şunu söyleyebilirim ki hiçbiri babamın anneme yazdığı aşk mektubu kadar güzel değildi. Çünkü o, uykularını kaçıran bu derin duyguyu, kelimelerin büyüleyici seremonisinden daha öte bir yere taşıyıp kavuşmanın duasına bile feda edeceği 60 gün sığdırma cesareti göstererek, verdiği sözle aşkını gerçek bir eyleme dönüştürmeyi başarmış bir adamdır.
İşte bu yüzden, Anne’me olan tutkusu ve kavuşma adına verdiği içsel mücadeleler benim için dünyanın bütün aşk dizelerinden daha kutsal bir anlam taşımaktadır.
O eylemin adı, kavuşma gerçekleşirse 60 gün oruç tutmaktır.
Budur yakarışı aşkın. Allah’ım yeter ki O’na kavuşayım 60 gün oruç tutacağım!
Olan olur ve bugün evliliklerinin 58. yılını geride bırakan bu iki sevgili evlendiği günden başlayarak tam 60 gün oruç tutar.
Aşkın içinde büyüyen inanç, inancın içinde büyüyen aşk ve uğruna 60 gün oruç tutulan muhteşem bir kadın. Evlilik öncesi söylenemeyen, tüketilemeyen duyguların 58 yıldır süren ve bir ömür boyu sürecek evlilik armağanı. İşte gerçek aşk bu olsa gerek!
(IV)
Dün anneme,
-anne, babam sana pırlanta bir yüzük alsın mı? diye takılıyorum.
-ben hediyemi evlendiğimde aldım. Aldığım en güzel hediye de oydu. Başka bir şey istemem! diyor gözleri dolarak.
Bense, bu kadar aşktan bahsetmişken yazdığım son aşk mektubuyla satırlarıma son verme gereği hissediyorum;
Gelemedim, kızma ne olur! Ben aşkı seslerden bir ses değil, bütün sesleri susturan bir çığlık yapmak için arıyorum. Onu bulana kadar bu kalabalık sokaklarda, payıma sessizliğin düştüğüne inanıyorum. Sen de inan.
Nurdal Durmuş Sosyal Medya Hesapları.
Takip Etmek İçin;
”
” Kendi medeniyetimizin Leyla ve Mecnun’larının hayat hikâyelerini okuyup “vayy ne aşkmış” demek yerine, modern hayatın Leyla ve Mecnun’larını neden çıkartamıyoruz? ” Çok güzel bir noktaya değinmişsiniz,günümüzde bu kadar kutsal aşklar yaşanmıyorsa, öldürülüyorsa biz diriltelim, yaşatalım. Sürü psikolojisine göre hareket edip, düşünürsek, yaşarsak her zaman ümitsiz oluruz. Maalesef çok ümitsiz, karamsar bir toplum, gençlik yetişiyor. Eğer biz elimizden geleni yapmıyorsak, teslim oluyorsak bizde suç ortağıyız demektir… Gerçekten eskileri seviyorsak,eski aşkları takdir ediyorsak, beğeniyorsak bizde onlar gibi örnek olmaya çalışırız…Yoksa diğer şekilde sabun köpüğü,laf kalabalığından başka bir şey değildir yazıp,çizdiklerimiz…
“
Ahh be arkadaşım;Eskidendi o ölümüne aşklar,Eskidendi Deli gibi seven insanları görmek.Eskidendi kavuşmak için adaklar adamak.Ve eskidendi Gerçek aşk.. Oysa şimdi TV programlarında ev,araba,yat,kat’la aranır oldu güya sevgiler..Eyvah ki,ne eyvah!”Sahte Kalplerde Moda olmuş Aşk”
16 Şubat 2011 01:01
“Gelemedim, kızma ne olur! Ben aşkı seslerden bir ses değil, bütün sesleri susturan bir çığlık yapmak için arıyorum. Onu bulana kadar bu kalabalık sokaklarda, payıma sessizliğin düştüğüne inanıyorum. Sen de inan!” sessizliğimizi koruyalım… ve bekleyelim……… ah abim… yazmışsın yine yazacağını… üzerine söylenecek söz yok… ………………………………………………….
15 Şubat 2011 17:59
bende sevdim hemde gecelerce allaha dua ettim oda beni sevsin diye ama olmadı demekki ben senin baban kadar çok sevmemişim diyorum şimdilerde. Unuttum diyemiyorum ama hiç bişey ifade etmeyecek kadar uzaklaştık birbirimizden.
15 Şubat 2011 16:10
Söylenenler belkide söylenmeyenlerin çeğreği bile değil bazan insan içindekilerı anlatmak ister fakat bildiği kelimeler cılıs kalır düşündüklerinin yanında ve yutkunur susar
Yazınızı içtenlikle okudum,güzel ve doğru bir bakış açısı… Malesef artık herşey ucuz, ulu orta yaşanılır durumda …Mevlam sonumuzu hayr eylesin.
14 Şubat 2011 10:31
Sadece susmak istiyorum..Susmak!
14 Şubat 2011 10:47
yüreğinize sağlık nurdal bey çok çok güzel olmuş…esenkalın…
14 Şubat 2011 10:57
Dün anneme: -Anne, babam sana pırlanta bir yüzük alsın mı, diye takılıyorum. -Ben hediyemi evlendiğimde aldım. Aldığım en güzel hediye de oydu. Başka bir şey istemem, diyor gözleri dolarak. şimdi nerde böyle insan falan abi.. ohooo
14 Şubat 2011 11:20
eskilerde ne kaldıki herşey cok ucuz cok basit
14 Şubat 2011 15:10
ne kadar da yazık etmişiz kendimize.. eskitmeye, yıpratmaya, tüketmeye ne kadar da hazır ve alışmışız. biz miyiz tüketen? biz miyiz tükenen? ve sanıyorum ki her halükarda tüketileniz biz!
14 Şubat 2011 15:52
dilemekle yetiniyorum kendi halime bakmadan… yazınız çok güzel kaleminize sağlık
14 Şubat 2011 19:24
Anlatım güzel, aşk güzel, sorulamalar güzel. Sen de güzelsin be anacım:)
14 Şubat 2011 20:36
Benim hala ümidim var.Allah nasip edecektir diye dua ederken içimdeki bir şarkı sözünden ibaret mızırdanma degil -”güzel günler bizi bekler…” örnekler yukarıdada görüldüğü üzere sağlam inşallah!
14 Şubat 2011 21:45
tamamlayacak bu hayatta birileri, birilerinin eksik kalmışlığını, sevecek onu kendini sever gibi en iyi ihtimal…
toprağına bastığım dünyanın mükemmelleri olmadığından olsa gerek,kumbaramda özlemler biriktirdiğim topraklara saklıyorum mükemmel aşkı…hem de sonsuz… hem de tükenmeyecek… hem de eskimeyecek…
“Şimdilik aşk senin için, Anka’nın Kafdağı’na uçurduğu gizli hazine!”yken, benim içinse “kim tırmanırsa tırmansın sevgilinin suretine de ruhuna da ulaşamayacak kadar kutsal bir beklentisizlik.
insanoğlu bu; kalbi sonsuz bir at gibi koşadururken bir anda kavuştuğu aşkını yılların azmiyle öğütüp geri dönüşüm kutusuna postalıyor. her şey eskiyor nurdal beyciğim. ama şu açmış olduğunuz konu gerçekten hiç eskimiyor.
şarkılar diyor ki “her zaman aşk kazanır”
biz kazananlardan mıyız sahi? vazgeçmemizi bekleyen onca insan varken üstelik. yanıtı çöldeki seraptadır, yanıtı anka kuşunun kanatlarında.
Abi harika bir yazı yazmışsın.Senin sevgileler günü içn yazdıgın bu yazı bana çok şey ögretti.Babamın anneme hediye almasını isterdim.Ama bu yazıdan sonra artık babamdan hediye almasını istemeyecegim. .Babanın annen için tuttugu 60 gün orucu eger sevdigim insana kavuşursam 60 degil ama 30 gün tutarım diyorum.Allah izin verirse…
Çünkü abi sevgi emek ister seni seviyorum demek gerçekten seven içn hiç de kolay degil!
Bu yazı içn çok teşekür ederim.Gönlüne saglık.
gerçekten orjinal tespitler. tebrik ederim nurdal.
Modern çağlarda aşk, abartıp abartılmaktan ibaret. Bir süre sonra ölüyorsunuz canlı olarak. Ve sonra sizin yerinizi başkaları alıyor. Siz de başkalarıyla dolmaya çalışıyorsunuz.
Oysa bomboşsunuz. O kadar ki kendi içinize seslenseniz yankı yapacak.
Aşk’ı öldürdüler Nurdal Beyciğim.
Oturup bunun için ağlıyorum
cok güzel bi anlatim harikasin gercekten ama tamamen seninde bu düsüncede oldugunu sanmiyorum.sonucta insaniz we bazen sewgide monoton bi yasamdan cikip simartilmak istiyo bence…
Werther’in aşkını dillendirenlerin başka aşklara şahit ol(a)madıklarını düşünmüşümdür, zaten gençliğine veririm. 2 kişinin kavuşması sonucunda 60gün tutulan oruçla varlığını gösteren 60-2=58 yıllık evlilik. matematik bile dahil olmuş. bu yıllar hayırlı sürekliliğe vurulsun duasındayız.
bir de, tabii ki pırlanta istenecek. afrika’da hâlâ yaşayanlar var, hollanda gemileri ne işe yarar!
(doğduğumuz andan bu yana)Hayatımızın o iki ortağının vaktiyle hissettiği o kalp çarpıntısını bugün bile aynı şiddetle hissetmesidir Belki de,Aşk’ı bizim için bu denli ulaşılmaz kılan…
Belki de gerçek Aşkların izleridir gözlerimizde karşılığını bulamayan o ateş…
Bende son yazdığım aşk mektubundan satırlarla bitireceğim..
Zaman,dört nala koşturan atlılar gibi izini ardında sürükleyerek asırlar ötesini selamlıyor.Göç,iki elini göğün katlarına pervaz ederek yakarıyor ve alımlı ruhlar çehrelerde ölümsüzlüğü resmediyor..
Akıl susuyor.Akıl,kalbin lisanı ile dilsiz yaralarını temizliyor…Siliniyor boşluğu hayatın…Kalbimde kalp atışların yavaşlıyor…Ölüyorsun Seyduna,ve bu düşte burda bitiyor…
Kalbimle…
Karlar Ülkesi’nden İki Perdelik Komedi’ye,veda ile..
Aşkolsun Nurdal Abi…Olabiliyorsa eğer…