Sahne Monna Rosa’nın Değil Sezai Karakoç’undur. Âh Monna Rosa, Türk şiirinin en görkemli “imkânsız aşk” şiiri
23 Ocak 2012

Sahne Monna Rosa’nın Değil Sezai Karakoç’undur

ile Nurdal Durmuş

Bu satırları yağmurlu bir pazar akşamı yazıyorum.
Monna Rosa tartışmalarından sonra bir kere daha büyük mütefekkir Sezai Karakoç’un hayatını konu alan “Gün Doğmadan” belgeselini izlemekteyim.

Belgesele odaklanmalı ve Sezai Karakoç’u bir kez daha keşfe çıkmalıyım. Zorluklarla, yoksullukla ve yoksunlukla mücadele içinde inşa edilmiş bir hayatın kısır tartışmalarla öldürülmesine izin vermemeye kararlıyım.

“Gün Doğmadan” belgeselini yağmurlu bir pazar akşamı izleyince nedense Sezai Karakoç’u yağmura benzettim.

Sonra umut…
Islanmayı becerebilirsek, sağanak sağanak Sezai Karakoç dolacak ufuklarımıza. Diriliş ruhu yağacak kurak bedenlerimize, ruhlarımıza.
İlk sahne.

Modern hayatın nasıl mutsuz ruhlar türettiğine vurgu yapılıyor belgeselin ilk sahnesinde. “The Moody Blues’un Melancholy Man isimli şarkısı eşliğinde beton binaların ve asfalt yolların çocuklarının çaresizliğini anlatan ve hiçliğin ortasında kalmış büyük bir insan… Çaresizlik batağında medeniyet… Özünden kopuk, koca bir geçmişi Batı’nın fermanlarına teslim etmiş toplum; ruhuna ilmek geçirilmiş idamlık inanç…

Çocuk, Muhammed Sezai olarak II. Dünya Savaşı’nın ortasında doğuyor, nüfus müdürlüğünde adı yanlışlıkla Ahmet Sezai olarak kayıtlara geçiyor. Parasız yatılı okulunda ekmeğin karneyle alındığı, siyasi çalkantıların, darbelerin, ülkenin sokaklarında tank yürütülen kara günlerin ortasında büyüyor. Sezai Karakoç oluyor sonra. Acıyla yoğruluyor, inançla pişiyor, insanlık adına duaya duruyor, şiir yazıyor, fikir üretiyor, kanını mürekkep yapıp kalem oynatıyor. Çocuk yavaş yavaş ölüyor…

Bin yıldır giydiği şapkası devrim kanunlarının makasıyla ikiye bölünüyor. Annelerin gözü yollarda; “Sağ salim eve dönsün!” duaları ile bekleyişlerle ömür çürütüyorlar. Babaları sokak ortasında öldürülen bütün çocukların kardeşi oluyor Sezai.

Kazandığı okulun çileli yollarını “Büyük Doğu” okuyarak arşınlıyor. Yatılı okuyup parasız büyüyor. İlahiyat okumak isterken burslu olduğu için Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini tercih ediyor. İkinci yeninin en önemli şairlerinden Cemal Süreyya’yla sıkı arkadaşlık kuruyor. Ona, evleri balkonsuz yapan mimarların ellerini öptüğü mektuplar yazıyor. Samanyolu’nda vebaya bulaşıp, Hızır’la 40 saat geçiriyor. Dergilere müstear isimle şiir yolluyor, Necip Fazıl’la tanışıyor. Necip Fazıl öldüğünde içinin yangınını Boğaz’ın dalgalarında soğutuyor. Çocuk büyüyor, adam oluyor. Müfettiş oluyor çocuk.
Anadolu’yu dolaşıyor, tren yolculuğunda yanında oturan tanımadığı birinden abisinin cenazesinin kaldırdığını öğreniyor. Gözyaşlarını trenin kül rengi vagonlarına akıtıyor.

24 Yaşında annesini kaybediyor çocuk. Otuzunda babasını. Yangın büyüyor.
Savaşlar, işgaller, darbeler, Modernizm, Batılılaşma, yozlaşma, ümmet bilincinin kaybolması, İslam toplumlarının acılara gark oluşu içini yanardağ gibi eritiyor çocuğun.
Yangın kül olsun istiyor çocuk. Gül olsun, gün doğsun istiyor.

Ümmete koşuyor, insanlığa, yıkılmış bentlere, şehirlere, kalplere koşuyor.
Dirilmeye, diriltmeye, dirilişe gün doğumlarına, dağlara koşuyor…
Çocuk içinden çıkamıyor, içinden çıkılmaz dünyanın çarklarına çomak sokup duruyor. Yargılanıyor, yılmıyor. Parasız kalıyor, umursamıyor.

*
Sezai Karakoç’un hayatının sadece kıyısına bulaşmış bir insan olarak bile, o koca hayatın hangi yanına el atsam acının çürümüşlüğünü avuçluyor, bir şairin cesaretiyle irkiliyorum.

Hangi şiirini dinlesem dirilişin rüyasını görüyorum. Aşkın sonsuzluğunu. Leyla’nın masumiyetini.
Sezai Karakoç’un hangi dağına çıksam Peygamber’in Hira’sına giriyorum. Hangi semtine uğrasam birlik için ömür tüketmiş bir dervişle karşılaşıyorum. Hangi şehrine varsam boy vermiş bir çınarın gölgesinde soluklanıyorum.

En umutsuz, en parasız, her şeyin en berbat olduğu günlerde bile edebiyat, şiir ve toplum şekillendirme için verilen mücadelelerin nasıl başarıldığına tanıklık ediyorum.

Şimdi ben oturduğum yerden bu satırları yazarken; elinde siyah bir çanta, eski bir ceket ve kalın gözlükleriyle Cağaloğlu sokaklarında, kalabalıkların arasında koca bir ulusun en önemli toplum mimarlarından birinin beton binaların arasında nasıl heybetli durduğuna şahit oluyorum.

Emek, azim ve inanç hamurundan yoğrulan bir çocuğun, İslam medeniyetinin yok oluştan yeniden doğuşuna, nasıl toparlanılacağına dair mücadelesinin mahsulü koca hayatını önüme serip hiçliğimin farkına varıyorum.

Ya bu satırları bitirdiğimde?
Ya yağmur dindiğinde…

Eve, sokağa, trafiğe, işlerimize, rütbelerimize, köşelerimize, balkonlu evlerimize döndüğümüzde rahat ölebilecek kadar hamurumuza Karakoç damıtmış olabilecek miyiz?

“Siz sınırların birleşmesinden bahsediyorsunuz, fakat Suriye, Hatay üzerinde hak iddia ediyor.” diyen bir öğrenciye, “Evet, Hatay Suriye’nindir. Hatta Ankara ve Konya’da Suriye’nindir. Nasıl Şam, Bağdat bizimse…” cevabını veren bir mütefekkirin sınırsız müslüman çoğrafya hayâline nasıl kalın sınırlar çizdiğimizi kendimize nasıl izah edeceğiz?

Şimdi biz; etinden kemiğinden koca bir medeniyet inşa etmek için ömrünü adamış, bilerek ya da bilmeyerek binlerce insanın hamuruna maya olmuş büyük bir düşünce adamından, tefekkürün kalesinden içine masum leylası’nı gömerek kendini topluma adamış bir bahsediyoruz öyle mi?

*

Belgesel bitti, aklımda türlü sorularla Mona Roza.
Âh Monna Rosa, Türk şiirinin en görkemli “imkânsız aşk” şiiri…
Âh Monna Rosa, yokluğuyla varlığını koruyan giz.
Şimdi neden sahneye çıktın?

İçimizdeki derin saygıyı, muhabbeti; gizemini neden öldürdün?
Cemal Süreya’nın “Elinde bir kitapla görmedim. Şiirmiş, yazınmış, sanatmış, o taraklarda bezi yoktu.” dediği gerçek Monna Rosa’yla neden tanıştırdın bizi?

Oysa biz seni “Monna Rosa” şiirini yazarak aşkını noktalayıp yüreğindeki mezara gömen Sezai Karakoç hatırına çok sevmiştik.

Sonuçta hepimiz bu sırrın yarısını bilirdik ve o sırrın diğer yarısını aklımızda, kalbimizde tamamlardık. Monna Rosa’yı gördük, duyduk ve sırrın tamamına vakıf olduk. Aklımızda ve kalbimizde tamamladığımız o büyülü gizi yok oldu!

İyisi mi hep birlikte boş verelim Mona Roza’yı.
Hayat Sahnesinde Monna Rosa değil hep Sezai Karakoç vardır!

Nurdal Durmuş
Sosyal Medyadan Takip Etmek İçin;

Sahne Monna Rosa’nın Değil Sezai Karakoç’undur.

web : http://www.nurdaldurmus.com
facebook : http://www.facebook.com/nurdaldurmus
twitter : http://www.twitter.com/nurdaldurmus