2 Ağustos 2019

Okumak yazmak ve yaşamak üzerine

ile Nurdal Durmuş

Okumak yazmak ve yaşamak üzerine

Marco Polo her taşını göstererek bir köprüyü anlatırken;
“Peki, köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.
“ Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi.” der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır, bir süre düşünür sonra ekler:
“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”
Marco cevap verir :“Taşlar yoksa kemer de yoktur.”

[Görünmez Kentler, İtalo CALVINO]

Kültür haritamızın paradigmalarına sınırlar çizen, genişleten ve fikri olgunlaşmamızla bize yaşam kılavuzu olan bütün kalıplarımızı okumakla elde ederiz. Bu açıdan bakıldığında okumak; yaşadığımız çağın aile, kültür, edebiyat, sanat, felsefe, bilimsel gelişim çıtasını yükselterek, bireysel ve toplumsal bilinçlenmemizi şekillendiren en temel eylemdir diyebiliriz. Ayrıca okumakla kazandığımız bilme ve anlama kavramı hayat ve ölüm arasındaki köprüyü oluşturan zamanın bize bıraktığı kaybolmayacak ve işe yarar tek unvanımızdır. Okumak, bizim için sadece bilinçlenme rütbesi değil aynı zamanda az bilenleri az bulmanın kibrinden koruyan ve öğretme lisanımızı pekiştiren sağlam bir kale gibidir de. İşte bu yüzden Seneca “Okumaksızın geçen boş zamanı bir tür ölüm, insanın canlı canlı gömülmesi…” olarak tanımlamıştır. Şüphesiz haksız da sayılmaz.

—Peki, okumak sadece bilmek, bilinçlenmek için mi yapılır?
—İnsanın okuduğu bir romanın etkisiyle mutlu olma, roman karakteri için üzülüp endişelenmesi veya okuduğu bir kitaptan etkilenerek hayatı hakkında cesur kararlar alması mümkün müdür?
—Savaşlar, işgaller, kütüphane ve tarih yağmalamaları yaşamış son yüzyılın insanlığı kitapla dost olabilmeyi ne kadar ciddiye alıyor?
—Can sıkıntısından kurtulma ve ideal hayatın damarlarına yapacağımız, düşünmekle taçlandıracağımız, eylemle kavuşacağımız huzurlu bir yolculuk olan okumak eylemi insan hayatını ne derece etkilemektedir?
—Kişisel gelişim uzmanlarının insan duygularının önünü açan gazlamalarına sahne olan popülist bir asırda okumadan bilmek, çalışmadan zengin olmak, kestirmeden huzurlu ve ideal bir hayat yaşamak mümkün müdür?
—Teknolojiyle yaygınlaşan bilgi kirliliğinin önüne nasıl geçeceğiz?
—Geçmişle günümüz arasında ya da İslam’ın ilk emri ‘İkra!’[Oku] ayetinden bugüne insanlığın bilinçlenme evreleri ve mücadeleleri nasıl olmuştur ve ne sonuç alınmıştır?
—Okumayı bilinçlenme için mi, yoksa psikolojinin bir başka inceleme alanı olan kişilik aşağılanmasından kurtulmak için mi yapıyoruz?
—Okumak, eğlence ya da popüler tabiriyle hobi midir yoksa bir zorunluluk mu?

İtiraf etmeliyim; bu soruların bu yazıyla bir ilgisi yok sevgili okur! Her biri sizin kendinizi sınamanız ve vereceğiniz cevaplarla okumak eyleminden geçerli not alıp almadığınızı görmeniz içindi. Hâlâ okumaya devam ettiğinize göre geçerli not aldığınız söylenebilir. Madem geçerli not aldınız, o zaman biraz daha meraklanarak cevapları için bu yazı dışında da kaynaklara göz atmanız gerekecek. Cevaplarınızı benimle de paylaşırsanız sevinirim.

Durun hemen gitmeyin! Madem okumaya başladınız sizlere sorularınıza cevap bulabileceğiniz ve okumak konulu araştırmalarınıza ipucu olabilecek bir kaynak kitaptan bahsetmek istiyorum.

Arthur Schopenhauer’in yaklaşık 170 yıl önce kaleme aldığı ve son iki asrın “okuma” eksenli başyapıtlarından biri olarak kabul edilen “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adlı kitabından… Ünlü filozof Nietzsche’nin akıl hocası olan Arthur’un kitabını herhangi bir metinden öteye taşıyan kıymetse, 1800’lü yıllarla günümüz dünyasının en temel ‘insan, fikir ve yaşam problemlerinin hep aynı olduğunu; modern hayatın, ‘sıradan ve ahmak’ olanlarla ‘sofistike’ olanların aslında hiç değişmediğini, sadece çağlara göre kalıplarının üzerinde birtakım yöntem değişiklikleri olabileceği gerçeğini gösteriyor olmasından kaynaklanıyor.

Örneğin Schopenhauer’in insanın varoluşu, düşünen varlık oluşu ve zihinsel gelişimiyle ilgili örneklemeleri insanın okuma, yazma ve yaşama karşısındaki hallerini anlatırken sergilediği anlatım tarzı ve saptamaları bugün de son kullanma tarihini yitirmemiş reçete olarak önümüzde durmakta.

Schopenhauer’in “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” isimli kitabı “İnsan Mutluluğunun İki Temel Düşmanı: Iztırap ve Can Sıkıntısı” bölümüyle başlıyor. İlk bölümde ‘sıradan ve ahmak’ olanlarla, ‘sofistike’ olanlar arasındaki can sıkıntısı ve sıkıntının niteliğinden bahseder.

Konu mutluluk: Schopenhauer “Sıradan insan, hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar; dolayısıyla bunları kaybettiğinde hayal kırıklığına uğrar ve mutluluğunun temeli çöker. Sadece zevkleri peşinde koşarak ömürlerini tüketirler ve vahşi bir hayvana benzerler. Her gün görülebileceği üzere; bunlar aynı zamanda servetlerini ve boş vakitlerini, kendilerine en büyük değeri kazandıran şey için kullanmadıklarından ötürü de eleştirilmelidirler.” der.

Bu satırlar 1800’lerin dünyasından değil bugün yaşadığımız modern hayattan ve toplumumuzun içinde bulunduğu en büyük çıkmazdan bahsediyor gibi. Bu sözleri günümüzün tarifi olarak düşündüren durumsa, modern toplumların bugünün dünyasındaki en sinsi hastalıklarından biri olan ‘Hedonizm’i yani ‘Hazcılığı’ tarif ediyor olmasıdır.

Peki, nedir Hedonizm?

Schopenhauer’in ıztırap ve can sıkıntısı nedenlerinden yola çıkarak yaptığı sıradan insan hayatı tanımıyla ne kadar uyuşmaktadır?

Günümüzde hastalık olarak psikolojik sınıflandırmaya girmiş bu terimi uzmanlar nasıl tanımlıyor?
Kökeni nedir?

II

“—Ruh zenginliği hakiki zenginliktir.
Çünkü diğer bütün zenginlikler beraberinde kendilerinden daha büyük bela ve dert getiriler.”

Lukianos, Epigrammata 12

Hedonizm yunan düşünürlerinden Aristippos (İ.Ö.3.yy) ve Epikuros (Epikür) tarafından geliştirilmiş olan felsefi bir akımdır. Temel öğretisi ‘hayattaki en yüksek değerin haz (bedensel ve maddi zevkler) olduğu, ideal olan hayata bu yolla ulaşılacağı ana fikrini içermektedir.

Günümüzde ise psikologların tanımıyla hazcılık; yaşamında sadece yeme-içme, eğlence ve cinsel hazzı ön planda tutan, her şeyi çok çabuk tüketen, elde etmeyi ihtiyaç düzleminden çıkartıp sahip olma hazzını tama duygusuna dönüştüren, bu uğurda karşılaştıkları engelleri aşacak tüm ahlak dışı yolları mubah gören, cemiyet hayatı, mal, mülk ve eğlencenin vazgeçilmez standartları olduğunu düşünen veya ekranlarda gördüğü bu tip ünlülere özenerek onların yaşam anlayışını benimseyip o yolda ilerlemeye çalışan, tatminsiz ve genelde kaybettiklerinde hayal kırıklığı ve mutsuzluk nedeniyle depresyona giren kişilerin durumunu tarif eden bir hastalıktır.

Arthur Schopenhauer’in zihinsel körlük yahut kötülüğün temelinde yatan şey, ruh boşluğu, (bönlüğü) olarak tanımladığı hedonizm günümüzde düşünceden, ideoloji, felsefe, sanat ve siyasi estetikten yoksun bir ortamda insan hayatını tüketim kuşatması altına alan en temel hastalıklardan biridir.

Hazcılığın yaygınlaşması ve topyekûn hayatı kuşatmasının en temel sebeplerinden biri de hiç şüphesiz modernleşmeyle gelen tüketim ve buna dayalı yeni hayat standartlarını kabullenişimizden kaynaklanmaktadır. Modernizm, tüketim toplumu ve Hedonizm ilişkisi, bir yaşam kuramı olarak en belirgin şekilde özellikle sanayi devrimi sonrası kendini göstermiştir. Batı toplumu da sanayi devrimi sonrası tüketime endekslenmiş, düşünce algısına ve bu yeni yaşam standartlarına kapital müdahaleler yaparak satın alma algısının tanımını; ‘elde edilmek istenen ürünün yararlılığından ya da ihtiyaç olup olmamasından ziyade haz alma (tatmin) ya da sosyal statü kazanma eksenine’ kaydırmıştır.

Modern toplum olma biçimini adeta varoluş ilkelerini kaybetmek ve tüketim nesnesi konumuna indirgenmek alarak kabullenen insanlık; “Toplum, aile ve birey için iyi olan, ihtiyaç olan nedir?” sorusunu, “Sistem için ve siteme adapte olmak için iyi olan nedir?” olarak değiştirmeye zorlanmıştır.

Bilinçlenme erdemini yitirmiş, kirli hayat olarak tanımlayabileceğimiz bu durum ahlak ve vicdan sorumluluğunu da şüphesiz rahatlatmaya ve tatmin etmeye ihtiyaç duymuştur. Bu sorgulamaya kılıf uydurmak için modern sitemin kapital yönlendirmeleri, “Daha ferah ve daha mutlu hayat bu yolla elde edilir.” tanımlaması getirmiş; dolayısıyla gerçeklik ve huzur da gözden çıkarılmıştır.

Modern hayatla sistemin gerektirdiği bencillik, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi özelliklerin insanın varlığıyla başlayan özellikler olduğu ileri sürülerek, bunların sistemden değil, insanın doğasından kaynaklandığı kanıtlamak istemiştir.

Dolayısıyla modernlik, vahye dayanan tek tanrılı dinlerin en temel özelliklerinin içini boşaltmış, her şarta şükretme ya da kanaatkâr olma durumunu da ötelemiştir.

Modern hayat için önemli olan gelecek ve geçmiş kaygısı duymadan ‘şimdi’yi doya doya yaşamak, sürekli ruh zenginliği ya da huzur yerine her anı doyumsuz yapmak için durmadan yeni düşünceler geliştirerek insanların çıkarcılığını ve hazcılığını meşrulaştırmaktır.

Daha vahim olan ise, bu sisteme direnen ahlak anlayışı ya da din olgusu dışlanarak, sistemin düşmanı ilan edilmiş kısaca bencilliğin, açgözlülüğün ve sahip olma ihtirasının bulunmadığı toplumlar ‘ilkel’, o toplumlarda yaşayan insanlar ise ‘çağ dışı’ ilan edilerek aşağılanmaya çalışılmıştır.

Modernizmin en etkili eleştirmenlerinden Fransız yazar A. Touraine, ‘Modernliğin Eleştirisi’ kitabında “Modernlik fikri, geleneksel toplumun merkezindeki tanrı fikrinin yerine bilimi koyarak dinsel inançları ancak özel hayatın en mahrem gözeneklerine hapsetti. Siyaseti, ekonomiyi, ahlakı, bilimi, sanatı din-dışı unsurlarla inşa etti.

Aynı şekilde entelektüel etkinliğin, dinsel inançlardan korunması üzerinde ısrarla durdu.” tespitiyle maneviyat ve Modernizm çatışmasına farklı bir tanım getirmiştir. Dolayısıyla ahlak ve din ekseninden uzaklaşan modern toplum algısı aynı zamanda hazcılığın temelinde yatan bencillik duygusunu körüklemiş, sadece bireyleri değil toplumun en önemli sosyal dinamiklerinden bölüşmek, yardım etmek, el uzatmak gibi ahlak kavramlarının da içini boşaltarak bireyin her şeye sahip olma ve bundan haz duyma dürtüsünü tetiklemiştir.

Sahip olma arzusu, modern insanın en temel boşluğu olunca; insanlık olgusu da duyarlılıklardan uzak yaşamaya, ihtiraslı olmaya, daha bireysel, daha açgözlü ve ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanan bir karakter tipini meydana getirmiştir. Bu durum aslında tam olarak günümüz toplumunun tarifi gibidir.

Kapital sitemin en temel araçlarından olan şirketlerde bile yönetim anlayışı; satış hileleriyle tüketiciyi kandırma, medya ve reklam sektörünü kullanarak imajı ön plana çıkartma, tüketiciyi ihtiyacı olmayan şeylerin varlığıyla mutlu etme, daha çok kazanıp rakiplerini iflasa sürükleme, işçi sömürme ve daha çok servete sahip olmayı sağlayan her şeyi, her yolu deneyerek, rakiplerini ortadan kaldırmaya odaklanan kurumsal kimlik mantığına bürünmüştür.

Dolayısıyla hazcılık sadece tüketen için değil daha geniş kapsamıyla üreten sitemler için de yazılı olmayan kurumsal bir kurala dönüşmüştür.

Bütün hayatını kendinden daha fazlasına sahip olanları kıskanmak ve kendinden az varlığı olanlardan da kendisi gibi olacakları korkusuyla geçiren birey ve kurumsal tanımlamalar, hazcılığa yeni bir radikal bakış açısı getirmiş; kısaca hazcılığı putlaştırmıştır.

Voltaire’nin “Gerçek ihtiyaçlar olmadan gerçek hazlar olmaz.” cümlesinden hareketle, ihtiyacımız olmadan kazandığımız şeyleri sadece tüketebileceğimizi oysa asıl olanın tükenmeyen hazlar, yani gerçek ihtiyaçlara sahip olma olgusu olduğunu söyleyebiliriz. Schopenhauer’in deyimiyle yeninin ömrünü kısaltıp hemen tüketen, eskileştiren bencillik ve sahip olma dürtüsü, insanların mantık ve akıl donanımlarından öte duygularına hitap eder.

Bu bencil sömürü düzeninin deşifre olmaması için tüketmeyi ve satın almayı kolaylaştıran araçları da icat eden düzene “banka kartlarını, kredi müessesini ve taksitle her ürünü satma” kurnazlığını örnek olarak verebiliriz.

Jean Baudrillard’ın başyapıtlarından biri olan “Tüketim Toplumu” kitabında dile getirdiği satırlar da hazcılık ve tüketim ilişkisini açıklarken “Gerçek ihtiyaçlar ile çağımızın yönlendirdiği sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda, kişi tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır.

İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.” cümleleriyle tüketim ve hedonizm ilişkisini toplumunda at başı giden ve birbirinden ayrılmaz yapışık ikizler olarak tanımlamıştır…

III

“İnsan, bir tarlanın etrafını çitle kuşatıp, burası benimdir dediği günden beri doğru yoldan uzaklaşmış.

Cinayet cinayeti kovalamış, facia faciayı. Sonunda medeniyet denilen bu yapma düzen kurulmuş.”

Jean-Jacques Rousseau

“Asketik*” ahlak bilincini tüketim etkinliğinin kendisi gören, huzur ve mutluluk kalıplarına estetik operasyonlar yaparak çirkinleştiren elbette sadece bugünün modern toplumları değildir. Bu yozlaşma Romalı elit kesimle başlamış, Rönesans zamanında devam etmiş, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, İngiltere ve Fransa’daki soylu, zengin çevrelerin sınırsız harcamalar yaparak hazzın doruğuna ulaşmalarıyla ve böylelikle hayatlarına bir anlam vermeye çalışmalarıyla gelişmiş ve sanayi devrimiyle toplumun bütün kesimlerini kapsayacak kalıplara sahip olmuştur.

Cemil Meriç bu durumu; “Sanayi devrimi hayat üslubunu alt üst etti ya altüst olan ruh dengemiz?” diye sorguluyor. Sahiden, ya ruh dengemiz? Yaşadığımız ile yakındığımızın aynı olma dengesizliği? Madde üzerindeki hâkimiyet insanlığın en büyük zaferi ise neden mutsuzuz? Her şeyimiz varken niye kanaat ahlakıyla yaşayamıyoruz, yetinmeyi bilmiyoruz? Madde mi bize hükmediyor biz mi maddeye?

Bir dönem sadece zenginlere has yaşam biçimi olarak tanımlanan ‘ihtiyacından fazlasını tüketmek, elde etmek’ temelli hazcılık; şimdilerde ihtiyacı olmadığı halde çiftlerce ayakkabıyla, tıka basa elbiseyle dolu gardıroplara sahip ve ‘imaj’ uğruna daima ‘güzel’e yönelen bireylerin, can sıkıntısının çaresini alışveriş yapmakta bulan kadınların, bir kere alınıp uzun yıllar kullanılacak ürünlerin yerini ‘kullan, at’ ürünlerin aldığı, gösterişin ve bu yolla kabul edilme ya da kabul görmenin önemsendiği, saygınlığı kredi kart limiti; araba modeli, oturulan semt ya da konutların, her türden eşyanın markasıyla kazanıldığını düşünen sıradan ya da olmayan her kesimin yaşam tarzına neden dönüşmüştür?

Mesut Karaşahan,“Totaliterizmin Sefaleti” isimli sosyoloji kitabında bu sorgularımıza çok çarpıcı cevaplar bulmuştur:“Modernleşme ilerleme kalkınma veya gelişme olarak dayatılan bu sahteleşme süreci Doğulusuyla Batılısıyla, Kuzeylisiyle Güneylisiyle hiçbir inanç ayrımı yapmadan gündelik hayatı aynı şekilde planlamaktadır.

Kahvaltısını benzer şekilde yapan, ‘fasfood’lara aynı bağımlılığı gösteren aynı tip konutlarda ve komşularına karşı aynı tip duyarsızlık ve uzaklık içinde yaşayan çoğu zaman aynı marka ürünleri tüketen acıkınca ‘Mc Donalds’a susayınca ‘Coca Cola’ya koşan insanlarla dolu tekdüze monoton ve tatsız bir dünya ortaya çıkarmıştır.

Bu durum modern insanlığın zihnine sınırsız bir üretim ve tüketim ihtiyacında olduğu fikrini aşılayarak ürün ve hizmetlerle birlikte öngördüğü toplumsal sistemi de sessizce pazarlar. Dolayısıyla yapay bir bilinç oluşturularak tek boyutlu düşünce ve davranış kalıbı meydana getirilir.” Kısaca her şeyi tükete tükete kendini tüketmeye ve ahlaki değerlerini yitirmeye başlayan insan; ‘id’den beslenen ve kimliği kişiliğin önünde tutan, rütbelerinin değerlerini yücelten, yer yer aşırı ve yersiz kabadayılıklarıyla her şeyin kendisinin istediği şekilde olmasını isteyen bir karaktere bürünmektedir.

Guy Debord, “Gösteri Toplumu ve Yorumlar” kitabında; “Hapishane halindeki bir dünyada yaşamaktayız. Gösteri toplumunda kurtuluş vaatleri de gösterinin bir parçasına dönüşür, sahteleşir. Tüm dünya aynı gösterinin sahnesidir artık; hepimiz aynı gösterinin oyuncusu ve seyircisi oluruz.” cümlesiyle hayat sahnesinde gerçek bir algıya dönüşmüş sahtekârlığın,“Modernizm, tüketim ve hazcılık” ilişkisinin ortaya çıkardığı ahlak zafiyetlerinin etkisinin ne kadar süreceğini kestirmenin güçlüğüne ve kuşandığımız maskelere de işaret etmiştir.

Post yapısalcı felsefe ve Postmodernizm üzerine yaptığı çalışmalarıyla günümüz toplumunu en iyi tanımlayan yazarlardan biri olan Jean Baudrillard, kurtulmamız gereken bu rahatsızlığın içeriğini“Kötülüğün Şeffaflığı” adlı çalışmasında “Yüz, söz, cinsiyet, beden, irade ve kamuoyu her yerde insanlık dışı bir biçimde yeniden oluşturuluyor.

Yeşil alanlara, doğaya, genlere, olaylara ve tarihe yapılan estetik cerrahiyi saymıyoruz.” “Maskeli toplumlar (komünist toplumlar) maskelerini çıkardı. Yüzleri neye benziyor? Biz (Batı) maske çıkaralı çok zaman oldu, artık ne maskemiz var, ne de yüzümüz. Hafızamız da yok.” “Artık üreten toprak değil, zenginliği yaratan da iş değildir; toprağı ve işi üreten şey, bir haz aldırmadır. İletişim konuşmak değil, konuşturmaktır.

Enformasyon bilmek değil, bildirmektir. Bütün kategorilerimiz artık yapaylık dönemine girmiştir; burada artık istemek değil istetmek, yapmak değil yaptırmak, değerli olmak değil değerli kılmak, bilmek değil bildirmek, zevk almaktan çok zevk aldırmak önemlidir.” cümleleriyle izah eder.

Yaşamı anlam dünyasından çıkartıp mümkün olduğunca haz temelli, kaygısız ve sınırsız özgürlük alanı görerek dilediği gibi yaşamaya çalışan bireylerin, ihtiyacı olmayan şeye temel bir anlam yükleme gayretiyle başlayan içinde bulunduğu süreci önceki yazılarımızda ve yukarıda uzunca tanımlamıştık.

Ünlü sosyolog Sorokin’e göre, Batı toplumu tarih boyunca sürekli bir eksenden başka bir eksene fırlamış durmuştur. Tüketim konusunda da aynı süreci yaşamış; endüstri öncesi dönemde estetik bir yaşantıyı temel hayat tarzı olarak benimserken modern dönemde radikal hazcılık bataklığına saplanmıştır tanımlaması bir nevi Fransız devriminin eşitlik ilkesinde belirtildiği gibi eşit, homojen bir düzlemde yeni baştan tanımlanmaya ve konumlandırılmaya çalışılmıştır.

Ünlü Alman filozoflarındanHerbert Marcuse “Bolluk ve özgürlük kılığına bürünmüş olan modern tüketim tahakkümü özel ve genel yaşantının tüm alanlarını kuşatmıştır.” ifadesiyle şimdiye kadar yazdıklarımızın bir nevi özetini yapmıştır.

Peki, ‘Modernizm, tüketim ve hazcılık’ üçlüsü; alışkanlıklarımızı, yaşam koşullarımızı, ahlak ve inanç temelimizi ne ölçüde sarsmıştır? İsterseniz biraz da kendi içimize, günümüz Türkiye’sine dönüp kendi durumumuzu tanımlayalım. İsraf hususunda, İslam dininin en temel gereklerinden olan temizlik konusunda bile müsamaha göstermeyen “Akan bir nehir önünde olsanız bile suyu israftan sakınınız” hadisiyle tasarruflu olmayı öğütleyen, “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğütler verir” (Nahl Sûresi:90) ayetiyle yaşamanın temel felsefesini belirlemiş bir dine iman eden kendi toplumumuza, içimize bakalım. Yüzyıllarca toplum mühendisliği yapmış, dört kıtada hüküm sürmüş; oyun, eğitim, eğlence kültürünü bile minyatür, hat sanatı, ebru, mimari alanlarına kaydırarak toplumun ruh bilinçlenmesini estetik objelerle besleyen koca bir imparatorluğun varislerinden bahsedelim.

Devam edecek…

* Asketik yaşam biçimi “Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla dünya zevkleri ve hazlarından uzak durmak; yeme içme, ticaret, giyim kuşam ve insan ilişkilerinde israf etmeden disiplinli bir hayat yaşamak anlamını taşır.

Not: Yazı dizisindeki alıntılar ve kitaplar hakkında kaynak bilgilerinin tamamı son yazı sonuna eklenecektir.

Nurdal Durmuş Sosyal Medya Hesapları.
Takip Etmek İçin;

InstagramFacebookTwitterLinkedin