12 Kasım 2014

İki yaka tek şehir: Budapeşte Gezi notları [1-2]

ile Nurdal Durmuş

nurdal-durmuş

Yazanlar:  Nurdal Durmuş –  Gökhan Şimşek

İki yaka tek şehir: Budapeşte Gezi notları

Şüphesiz her ülkenin, her şehrin, her topluluğun kendine has kültür ve hayat tarzı vardır. En azından böyle bir durumun varlığına inanmak ister; o özel havayı teneffüs ederek kendi dünyamızda karşılık bulmasını, bize bir pencere daha kazandırmasını bekleriz. İnsan, bütün yolculuklarına hayal kurarak başlar. Doğumla birlikte başka hayallerin merkezinde buluruz kendimizi. Daha akıl erdiremediğimiz zamanlarda, başkaları bizim yerimize hayal kurar. Büyüyünce biz devralırız yarınımızın ve başka yarınların hayallerini. Ölürken bile iyi bir son hayal ederiz. İnsan, en çok da hayalleriyle varlığını anlamlandırır.

Daha önce hiç gitmediğimiz bir köye, şehre, ülkeye dair hayallerimiz de genellikle bilmediğimiz bir dünyayı yaşamak içindir. Elbette ülkelerin giderek birbirine benzemesi ve orijinalliğin her geçen gün daha da azalması insanı bu noktada ümitsizleştirse de, beklenti çıtasını düşük tutup, gerçek olan zamanı yaşama isteği bu duygunun önüne geçmeye yetecektir. Eğer insan kendini bir dünya vatandaşı olarak görürse, damarlarına bulaşan “arayış” zehrinden mutluluk duyar. Bu zehir, keşfetme, hissetme, anlamlandırma ve özü görebilme çabasına sürükler insanı. Bize göre ideolojilerin, önyargıların ve tabuların içinde kaybolmayan insan Dünya Vatandaşı’dır. Yaklaşık yüz şehri birlikte gezmiş iki dünya vatandaşı olarak hissettiğimiz şey: Nereye gidersek gidelim, neyle karşılaşırsak karşılaşalım bundan mutluluk duyabileceğimiz zamanlar üretebilmek ve her şehrin acı tatlı yüzlerce hatırasını muhafaza edip, başka sokakların hayalini kurabilmektir. Yoldaş olmak, yalnızca bir mesafe ve zaman dilimi içerisinde birlikte olmak değil, inandığınız tüm zamanlar için dayanışma halinde olmak ve birbirine şahit kılınmak demektir.

İki dünya vatandaşı yoldaş olarak bugüne kadar “ne yapacağız, nerede kalacağız, ne yiyeceğiz, şimdi buradan nereye gideceğiz” başta olmak üzere geziye ve güzergâha yönelik hiçbir soruyu birbirimize sormadık. Çünkü ikimiz de bir şehri tanımak için kaybolmanın, ayak tabanlarımızın su toplamasının ve yeni bir şeyle karşılaşma hayalinin şart olduğunu biliyoruz. Bulunduğunuz yer için ne kadar çaba harcar, ne kadar içselleştirirseniz, o yer de gizil kapılarını size mutlaka açar. O kapılardan girmenin en önemli kuralı da hiçbir şekilde şikâyette bulunmamak ve kimin ne söylediğine aldırış etmeksizin doğru olduğuna inandığınız yolda devam etmektir.

Senfonik Şiir’in kurucusu olarak kabul edilen Ferenc Listz’in adına atfedilen Budapeşte Havalimanı’nın uzun pasaport kuyruğundan çıkıp, bagajların geçtiği konveyör bandına umutsuz gözlerle bakıyoruz. Bir saatlik bekleyişten sonra 2 sırt çantamızdan birini bulamayıp, uzatılan kayıp eşya formuna ümitsizce kalacağımız oteli ve telefon numaralarımızı yazarak şehir merkezine doğru hareket ediyoruz. Yarım saat süren yolculuk boyunca şehrin oldukça sakin, zaman zaman bakımsız ve bir Anadolu şehrinden farksız caddeleri dikkatimizi ilk çeken şey oluyor. Bir şeyin dikkat çekebilmesi için algının başka bir yerde takılı kalmaması gerektiğini bildiğimizden, otobüse biner binmez çantamızdaki kıyafetlerin dört-beş gün boyunca bize yeteceğine ikna olmak için sayım yapıyor ve onun rahatlığına yaslanıyoruz. İlk durağımız Kahramanlar Meydanı. Meydanın her tarafında Macar tarihinde önem arz eden kişilerin heykelleri var. Tarihi vesikalara göre Macarların üç tanesi Türk, dört kavimden oluştuğu söylenmektedir. Hatta bazı kaynaklara göre de yedi kavmin altısının Türk’tür. Bu meydanda kavimleri simgeleyen heykeller de vardır. Yine Osmanlı’ya karşı zafer kazanmış ve adı “Türkleri Yenen Komutan”a çıkmış kişinin de heykeli bulunmaktadır. Meydanın karşısındaki caddede ciddi bir kalabalık toplanmış ve yol trafiğe kapatılmış. Ekonomik kriz yüzünden sık sık protesto gösterilerinde bulunduğunu bildiğimiz halkın yeni protestosu sandığımız bu olayın aslında dünyanın birçok şehrinde her yıl düzenli olarak kutlanan Rahta Yatra Yürüyüşü olduğunu anlamamız geç olmuyor. Krishna adlı bir Hint Tanrısı’na inanan insanlar tarafından tertiplenen ve birkaç gün boyunca şehrin önemli caddelerinde şarkılar söyleyip, danslar eşliğinde yürüyen ve rengârenk giyinen insanların arasına giriyoruz. İçerisinde uzun süre “acaba bu canlı mı, heykel mi?” dediğimiz Krishna’yı simgeleyen anıtla birlikte insanlara kurabiyeye benzer tatlılar atan kadınların yer aldığı; yerden yüksekliği 7-8 metreyi bulan, çok renkli ve onlarca insan tarafından halatla çekilen bir araç eşliğinde Peşte’nin en önemli caddesi olan Vaci Caddesi’ne ilerliyoruz. Yüzlerce insanın bağırarak ve müzik eşliğinde söylediği “hare krishna, hare krishna, krishna krishna hare hare eeee, hare rama hare rama aaaa, rame rame hare rame eeee” dizeleri aslında Hint inançlarında mantra olarak adlandırılan ve söylenildiği takdirde kişiye huzur verdiğine inanılan bir nevi arınma biçimi. Biz de tüm bu inanç felsefelerinin dışında kalıp ritme ve bu tekerleme gibi sözlere ayak uydurmaya çalışıyoruz.

İstiklal Caddesi’nin çeyreği büyüklüğündeki Vaci Utca ve çevresinde yemek yiyebileceğiniz on kadar Türk lokantası var. Avrupa’da sulu yemek kültürü, bir sebzeden on çeşit yemek yapma kültürü kimi yerlerde çok zayıf, kimi yerlerde de hiç olmadığı için zengin mutfaklara rastlamak zor. Yine de Macar mutfağı bölge ülkelere göre daha iyi durumda denilebilir. En azından dünyaca ünlü Gulaş çorbaları var. Çorba dediğimize bakmayın, bizim türlü yemeği ile şehriye çorbasının karışmış hali gibi bir şey. Baharatı da oldukça yoğun olan bu çorbalardan birkaç kaşık güç bela yedikten sonra kendimizi döner tezgâhının önünde bulduk. Macarların özellikle kızartma ve ızgara konusunda iyi olduklarını söyleyebiliriz. Fakat hemen her yerde egemen et domuz eti. Salam, sosis, sucuk ve pastırmanın tamamına yakını da domuz etinden üretilmekteymiş.

Budapeşte, Tuna nehri tarafından ikiye bölünen Budin ve Peşte bölgelerinin birleşmesinden olan bir şehir. İstanbul’un kardeş şehri ve nüfusu yaklaşık iki milyon. Budapeşte, panoramik manzara olarak gördüğümüz en güzel şehirlerden biri. Bu anlamda şehrin en doğru görüleceği yer Gellert Tepesi. Buradan bakınca başta Parlamento Binası, Buda Kalesi, Köprüler, Margit adası olmak üzere şehrin önemli bir kısmını kadraja sığdırabilirsiniz. Nehir üzerinde iki yakayı birbirine bağlayan bol miktarda köprü var. Aslanlı köprü olarak da bilinen Land Hid üzerinden Buda tarafına geçip, kaleye çıkıyoruz. Kalenin içinde yine panoramik manzarası gayet iyi olan bir restaurant var. Burada bir şeyler yerken, beş kişilik ekip tarafından canlı icra edilen Macar müziklerini de dinleyebilirsiniz. Biz de benzer bir şey yapıp kalenin arkasındaki tarihi sokakları geziyoruz. Turistik bölgelerin soğuk bir havası vardır. Genellikle esnafın derdi de gelen yabancıdan azami şekilde istifade etmektir. Fakat sokaklar gerçeği görmenizi sağlar. Budapeşte halkı oldukça kibir, saygılı ve insana değer veren bir halk. İlk günden bunu hissediyorsunuz. Hatta hangi durakta ineceğimizi hatırlayamadığımız bir tren yolculuğumuzda, güç bela telaffuz ettiğimiz Macarca durak isimlerine tebessüm edip, sıkıntımızı anlayan ve çantasından çıkarttığı deftere tren hattının mini krokisini çizerek, ineceğimiz durağa ne kadar kaldığını bize anlatan kadının çabası da buna en güzel örnekti.

Tuna üzerindeki birçok köprüden yürüyüp, birkaç kez de kaybolduktan sonra otelimize gitme vakti gelmişti. Budapeşte’de akşam sekizden sonra cafe-restaurant hariç hemen her yer kapanıyor. Onların da büyük kısmı gece yarısıyla birlikte kapanıyor.

Tabanlarımızın iç acıtacak durumda olmasına rağmen “hâlâ açık bir yer vardır, biraz daha yürüyelim mutlaka bulacağız. Hem kendi ciğerimizi hem de rüzgârın ciğerini acıtırız.” dememiz güzeldi. Yarım saat boyunca on bir buçuğu gösteren bozuk saate kanıp, son seferi on iki olan ve otelimize yakın yerden geçen tramvayı gecenin ikisinde beklemek güzeldi.

Otele geldiğimizde karşımızda kaybolan bavulu görmek güzeldi.
Sanki hepsi…

İlk notu düşelim: Budapeşte’de geçirdiğimiz ilk günümüz böyleydi. Aslında ilk yazıda da Budapeşte özelinden Macaristan’ı yazacaktık fakat daha bize ait şeyler paylaşmak istedik. Devam yazımızda da Budapeşte’de kalmayı ve diğer günlerimizi yazmayı ümit ediyoruz.

Devam edecek…

2. bölüm

Yazanlar: Nurdal Durmuş – Gökhan Şimşek
İki yaka tek şehir: Budapeşte gezi yazımızın 1. Bölümünü buradan  okuyabilirsiniz.

Son elli yılda dünya nüfusu önceki dilime göre daha yoğun artış gösterirken, Avrupa nüfusu bu artışın çok altında kalmış hatta kimi bölgelerde bu oran eksiye düşmüş/düşmektedir. Elbette bunda iki dünya savaşı ve sonrasındaki yeniden yapılanma dönemlerinde kaybedilen milyonlarca insanın psikolojik etkisi vardır. Uzun süren bu dönem neticesinde “gelecek” ve “umut” gibi kavramları zarar gören yaşlı Avrupa, yeni yaşam tarzını bencil bir zemin üzerine oturtmuştur. Bu düşünceye göre az çocuk, az sorumluluk anlamına gelirken insanların kendilerine daha fazla “hayat” üretme çabasını da beraberinde getirmiştir. Bize göre nüfus oranının düşük olmasında aile müessesesinin itibarsızlaştırılmasının yeri büyüktür. Afrika ve Asya’dan gelen göçlere rağmen Avrupa nüfus çizgisinin diğer bölgelere göre daha az artması, bir anlamda nüfus kaybı olarak da değerlendirilebilir. Boşnakların, az çocuk yapan Sırp ve Hırvatlar için kullandığı “Onların başında ‘beyaz ölüm’ var” ifadesi, bizim de Avrupa için rahatlıkla kullanabileceğimiz bir tanımlamadır. Son elli yılda Avrupa nüfusu “beyaz ölümler” neticesinde en az elli milyon insan kaybetmiştir. Avrupa genelinde nüfus artışı için ailelere verilen teşviklerin de ağırlıklı olarak göçmenler tarafından suiistimal edilmesi neticesinde bu uygulamada da kısıtlamaya gidilmiştir. İlginin ağırlıklı olarak evcil hayvanlara yöneltilmesi neticesinde devlet mekanizmaları da buna uygun düzenlemelere gitmek zorunda kalmıştır. Avrupa’nın birçok yerinde hayvan hakları beyannamelerinin ötesinde uygulamalara rastlamak mümkündür. Avusturya’daki toplu taşıma araçlarında köpekler de bilete tabiidir. Çocuk nüfusunun oldukça az olduğu, nüfus artışının da kimi dönem eksiye düştüğü Macaristan’da beyaz ölümden payına düşeni fazlasıyla almıştır. 1990 yılında nüfusu 11 milyon olan ülkenin bugünkü nüfusu 10 milyondur. Aradan yirmi yıldan fazla süre geçmesine rağmen nüfus artmamış, aksine gerilemiştir. Bir evde kişi başına düşen asgari 18 metrekarelik yaşam alanı uygulaması, Sosyalist dönem sonrasında insanların daha özgür yaşamaları ve sınır kapılarının kalkmasıyla gelişmiş Avrupa ülkelerine göç edilmesi nüfus gerilemesinde göz ardı edilmemesi gereken gerçeklerdir.

Sosyalist yönetimin iyi ya da kötü olduğu tartışmalarına girmeden Doğu Avrupa ülkeleri, özellikle de Macaristan için söyleyebileceğimiz ilk şey halkın her meseleye temkinli, mesafeli ve ürkekçe yaklaşması olacaktır. Çek halkı gibi soğuk ve itici olmayan Macarlar, homojen yapılarını muhafaza etmekte, en azından dışarıya böyle bir görüntü vermekteler. Macaristan’ın Avrupa Birliği’ne girmesi kısa vadede ülkeye ekonomik rahatlık sağlasa da bugünkü fotoğrafa bakıp iyimser bir tablo çizemeyiz. Bize göre Avrupa Birliği, bünyesindeki tüm toplumları ekonomik anlamda dengelemek gibi bir misyon da yüklenmiştir. İngiltere’nin birlik dışında kalması, ortak para birimine geçmemesi ve sorunlu ülkelerin derdiyle dertlenmemesi, bir anlamda diğer büyük Avrupa ülkelerinin -Almanya, Fransa gibi- güç kaybetmesi anlamına gelmekte. Asırlar boyunca dünyaya hükmettiğini iddia eden İngilizlerin ısrarla birliğe dâhil olmaması, bölgede tek ve egemen ülke olarak kalma isteği olarak da okunabilir. Elbette bunlar konumuz ile birebir bağlantılı olmasa da Macaristan’ın hâlâ ortak para birimine geçmeyip, Forint kullanmasının anlaşılması yönünde bir takım işaretler vermesi açısından önemlidir.


Budapeşte, diğer Avrupa başkentleri ve turistik şehirlerine nazaran hem tarihi hem de kültürel yapısını korumayı başarmış bir şehir. Ne Prag gibi hangi sokağa girseniz fotoğraf makineli bir turist ile karşılaşıyorsunuz ne de Brüksel gibi yalnızca iyi pazarlanmış ve hiçbir şeyi olmayan bir şehir ile. Bir iki turistik cadde dışında sokaklar oldukça sakin. Budapeşte, özellikle merkezin dışındaki caddelerde, akşam saatlerinde terk edilmiş yerleri andıran bir şehir. Macar halkı hafta sonları hariç erken saatlerde eve kapanıyor. Tüm mağaza ve alışveriş yerlerinin hava kararmadan kapanmasının yanında disipliner bir yönetimden gelmelerinin de bunda katkısı olduğunu düşünüyoruz.

Budapeşte’de oldukça büyük bir açık hava kaplıcası var. Deniz olmadığı için şehirde bol miktarda açık havuzlara rastlamak mümkün. Bununla birlikte güneyde “çamurlu göl” anlamına gelen Balaton Gölü, ülkenin tatil merkezi konumunda. Göle oldukça yakın olan Balaton Milli Parkı da bölgeyi Budapeşte’den sonra en çok ziyaret edilen yer konumuna getiriyor.


Uzun saatler boyunca uyuyan şehrin sokaklarında geziyoruz. Sabaha karşı merkeze sekiz kilometre uzaklıktaki otelimize geldiğimizde öteden beri bizde ayrı bir yeri olan Estergon Kalesi’ne yapacağımız ziyaretin planını yapıyoruz. Aslında ikimiz de planlı programlı adamlar değiliz, plan dediğimiz de ayaklarımızın içler hali durumunu görmezden gelmek adına yaptığımız bir gizleme. Estergon’a nasıl gideceğimiz ve ne ile karşılaşacağımız hakkında hiçbir fikrimiz olmadığı gibi, bu tur sonrasında ayaklarımızın ne hale geleceğini de kestiremiyoruz.

Estergon Kalesi’ne gitmek için iki alternatifimiz var. Birincisi iki saatten fazla süren ve haftanın altı günü sefer yapan tekneler, ikincisi ise bir saatlik tren yolculuğu ve ardından bir buçuk saatlik otobüs yolculuğu. Teknelerin sefer yapmadığı tek güne denk geldiğimiz için ikinci alternatifi kullanıyoruz. Ülke genelindeki toplu taşıma araçlarında düzenli bilet kontrolü yok. Biletinizi araç içindeki kutulara basıyorsunuz. Açıkçası bu kutulara bilet basan pek görmedik fakat halk, bilet basmayanların yüzüne bakmak suretiyle bir otokontrol sistemi geliştirmiş. Yalnızca bir tren yolculuğumuzda bilet kontrolüne denk geldik. Özellikle turistler bilet kullanmıyor. Biz onlardan değildik.

Buda Kalesi’nin olduğu yönde ve Margaret Adası hizasındaki tren istasyonundan araca binip son durak olan ve “Sanatçılar Şehri” diye anılan Szentendre’ye gidiyoruz. Nehir kenarına kurulmuş ve tamamı hediyelik eşya satan dükkânlardan oluşan tarihi bir caddede yürüyoruz. Özellikle akşam saatlerinde ressamlar, müzisyenler, şairler caddenin muhtelif yerlerinde sanatlarını icra ediyormuş. Oldukça erken saatlerde bu caddede olduğumuz ve Doğu Avrupa’da pek rastlanmayacak bir sıcak havayla karşılaştığımız için bu manzaralara denk gelemiyoruz. Szentendre, Ege ilçelerinin çarşılarını andıran, sakin ve karmaşadan uzak bir yer. Müstakil olarak buraya gitmektense, Estergon için geçiş güzergâhı olarak kullanılmasını tavsiye ederiz. İki üç saat kadar Szentendre’de kalıp buradan otobüsle Estergon’a hareket ediyoruz. Yolculuğumuz bir buçuk saat sürüyor ve yolun önemli bir bölümünü nehir kenarından geçiyor. Bu vesileyle Macar köylerini de görme fırsatı yakalıyoruz. Nihayet Esztergom’dayız.
Şehir adını Esztergom (Estergon) Kalesi’nden almaktadır. Slovakya’ya sınırdır ve Macaristan’ın kuzeyinde yer alır. Otobüsten inince karşılaştığımız ilk şey yol kenarlarındaki kırmızı erik ağaçları oldu. Kale bölgesindeki restoranların methini duyduğumuz ve saatlerdir hiçbir şey yemediğimiz için erikler ile aramızdaki o duygusal bağ üzerinde durmuyor, bu konuyu tahayyüllerinize bırakıyoruz.
Esztergom’un da sokakları gezdiğimiz diğer tüm Macar şehirlerinin sokakları gibi boş. Vakit kaybetmeden kaleye doğru ilerliyoruz. Bu kale farklı dönemlerde ve yaklaşık yüz elli yıl kadar Osmanlı himayesinde kalmış. Kale oldukça heybetli ve Macar tarihinin önemli yapılarından biri. Kalenin girişinde de Osmanlı’ya karşı savaşmış bir komutanın heykeli var. Tahta bir köprüden geçip büyük boyutlardaki çanlarla süslenmiş holden kaleye giriyoruz. Kalenin içinde bir Katedral ve Antik Yunan mimarisini andıran sütun ve merdivenlerle süslü bir karargâh var. Kale, Tuna Nehri’ne tamamen hâkim bir tepede ve panoramik manzarası gerçekten muhteşem. Bahçede, Kucağında İsa olan Meryem’in temsil edildiği bir heykel var. Katedral girişi ücretli olmasına rağmen bizden herhangi bir ücret talep edilmiyor ve içeri giriyoruz. Katedralin mahzenleri ziyarete kapalı ve duvarlar dini öğretiler ile tarihsel olayların temsil edildiği resimlerle süslü. Nuh, İsa, Âdem gibi peygamber figürlerinin yanında daha önce eşine rastlamadığımız ve yalnızca bu katedralde uygulandığını gördüğümüz bir Tanrı figürü de kucağındaki İsa ile resmedilmiş. Burası yıllarca dini merkez olarak kullanılsa da bugün müze konumunda faaliyet gösteriyor.

Kalenin setlerine oturup Tuna nehrini izliyoruz. Hemen her insanın kendi iç yolculuğunu yapacağı özel alanlar, yerler vardır. Kuşkusuz bu setler de kısa zaman dilimi içerisinde bizi içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Esztergom halkının sakinliğini buna bağlıyor ve kalenin diğer bölümlerini de ziyaret ettikten sonra midemizin imdat çığlıklarına kulak veriyoruz. Kalenin olduğu rampadan aşağı inerken yolun solunda kalan, önü çiçeklerle süslü ve küçük bir bahçesi bulunan, içi de kaleyi andıran harika bir restorandayız. Bulunduğumuz odada birçok eski eşya ile farklı renklerde şişe, mumluk ve tablolar var. Daha önce hiç karşılaşmadığımız şekilde yemeklerimiz servis ediliyor. Et ve tavuk yemeklerinde, içinde köz olan eski ütüler, yemeği sıcak tutmak için tabakla birlikte getiriliyor. Macarların baharat özellikle de kırmızı pul biber konusunda iyi oldukları söylenebilir. Hiçbir şekilde yemek ayırmayan, bir yemeğin fanatiği olmayan ve acıkmama konusunda sınırları zorlayan adamlar olarak sunulan yemek ve biberlerin etkisinde kaldığımızı söyleyebiliriz. Bir buçuk saat kadar burada kalıp dönüş için yola çıkıyoruz.

Gelirken otobüslerin son durağında değil de kaleye yakın bir yerde inmiştik. Dönüşte böyle yapmıyor ve ana istasyona kadar yürümeye karar veriyoruz. Kaleden sonra beş kilometre kadar şehir merkezinde yürüyor ve otobüslerin kalktığı yere ulaşıyoruz. Şehrin merkezinde bir meydan, büyük kubbeli bir bina ve alışveriş yapılacak bir cadde var. Şehir merkezi oldukça küçük. Otobüs durağının olduğu alan bir saat önce çatışma yaşamış gibi. Yollar delik deşik. Durak ve otobüslerin önemli kısmı oldukça eski. Yola çıktığımızda hava kararmıştı ve otele gitmemiz için önce Szentendre’ye, ardından trenle Budapeşte’ye ve nihayetinde bir otobüs ve iki tramvay aktarmasıyla otele ulaşacaktık. Toplamda dört saatlik bir geri dönüş yolculuğu bizi bekliyordu. İşte bu noktada tıpkı eriklerle kurduğumuz bağı hayal etmenizi istememiz gibi ayaklarımızla bir türlü kuramadığımız o bağı da hayal etmenizi istiyoruz. Her şeye rağmen gece yarısından sonra otele varmış ve sabah yapacağımız Slovakya’nın başkenti Bratislava gezimizin planını(!) yapmaya başlamıştık.

Üç günün sonunda Macaristan’dan ayrılıp Avusturya’ya doğru yola çıktık. Bir miktar güzergâh değiştirip Bratislava’yı da gezme fırsatımız oldu. Bratislava, Viyana’ya altmış kilometre uzaklıkta bir şehir. Bu da iki şehri “dünyanın birbirine en yakın başkentleri” yapıyor. Özellikle ‘Inter Rail’ gibi programlarla, sırtında çantayla Avrupa’yı gezenlerin ara durak olarak kullandıkları bir şehir. Biz de burayı ara durak olarak kullanıyoruz. Slovaklar, yıllarca Çeklerle birlikte yaşamış ve Sosyalist yönetim elinde oldukça sıkıntılı dönemler geçirmiş bir halk. “Çekoslovakya”nın Slovakya’sı. Bratislava’yı üçgen olarak görürsek bir ucu Çek Cumhuriyeti’ne bir ucu Macaristan’a diğer ucu da Avusturya’ya sınır diyebiliriz. Bratislava, hemen yanlarındaki Avusturya’nın kendilerine göre oldukça müreffeh hayatına bakıp, bu ülkeye kaçmak için çoğu kez ölen ya da sınırlarda yakalanıp cezaevlerine gönderilen insanlarla dolu bir şehir. Sosyalist dönemde ülkeden kaçmak için can pahasına çıkılan yolculuk hikâyeleri insanın kanını donduruyor. Su tankerlerinin içinde dalgıç kıyafetleriyle saklanıp sınır geçmek isteyenlerden tutun da elektrikli tellerin arasından sınır geçeceğim diye sakat kalanlara kadar çok sayıda acı hikâye barındırıyor. Bratislava’nın turistik merkezi bir saatte gezilebilecek kadar küçük. Mozart’ın altı yaşındayken konser verdiği salon, salgın hastalık neticesinde ölen insanlar için yapılan anıt, papaz mumyası bulunan kilise gibi yerler şehrin turistik merkezinin önemli alanları. Tuna nehri birçok Orta ve Doğru Avrupa şehri gibi bu şehrin de içinden geçiyor. Yemek ve kahvenin ardından Avusturya’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Bakalım orada bizleri neler bekliyor.

Not Düşelim: Bir sonraki durağımız Avusturya’nın başkenti Viyana ve Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag olacaktır.

Yazar Blogları için:
Nurdal Durmuş: www.nurdaldurmus.com
Gökhan Şimşek: www.gokhansimsek.com.tr

[Yazı ve Fotoğrafların tüm hakları sitemize ve yazarlara aittir, kaynak gösterilmeden kullanılamaz]