Yazanlar: Nurdal Durmuş – Gökhan Şimşek
Büyük Tahammülsüzlüğümüz ve Ortadoğu’ya Hoşgeldin
“Kaos ortamında en çok bilgi zarar görür. Çünkü bilgi, istenilen kalıba sokulduğunda en tehlikeli silahtır.” G. Arthoid Samulla
Yeryüzündeki tüm kadim medeniyet ve topluluklar, elde ettikleri değerlere ulaşabilmek için acı-tatlı yüzlerce tecrübe yaşamış; ideal nesil için nesiller feda etmiş ve nihayetinde ortaya çıkan tüm kazanımları sözlü, yazılı ve görsel bilgi ile korumuştur. Bilmenin hem saran hem de paylaştıran özelliği, var olan kültür havuzunu temizleyip gerekirse genişletebilen bir güç olarak toplumun yaslanabileceği temel kökü oluşturur. Bize göre bilmek; varoluşun ana merkezini, bilgi ise o merkeze ulaşacak yolu temsil etmektedir. Nerede durursa dursun, hangi düşünceye sahip olursa olsun insan, bulunduğu yerin yaratımına bilgiyle ulaşır. Zarar görmüş bir bilginin ne bireye ne de topluma katacağı bir değer yoktur. Bundan daha tehlikelisi ise bilginin zarar görüp görmediğinin öneminin kalmamasıdır.
Türkiye hem coğrafi konumu hem de iç dinamikleri bakımından dünyanın stratejik değeri en yüksek ülkelerinden biri, belki de birincisidir. Bu durum öyle bir noktada durmamızı sağlıyor ki yükselmeye de düşmeye de eşit uzaklıktayız. Balkanlar’dan başlayıp Rus, Türkmen Coğrafyası ve hatta Çin içlerine kadar ırk; Afrika’dan başlayıp Doğu’ya kadar din merkezli bağımız var. Bunun doğru yönetilmesi halinde, sadece bölgesel bir güç olarak değil, bölgeler arası söz sahibi olabilecek güce dönüşme potansiyeline sahibiz. Geçmişte örneği olmasına rağmen bugün dillendirilmesi bile ütopik gözüken bu potansiyelin vücut bulması ne bölgesel güçlerin ne de küresel güçlerin istediği bir şey. İster aynı dinden, ister aynı ırktan olsun; ister müttefik, ister düşman olsun tarihsel bağlarını kuvvetli tutmuş ya da az gelişmiş ülkeler dışındaki ülkelerin tamamı bu durumdan rahatsızlık duymaktadır. Bu noktada ülkemizde başta din ve ırk olmak üzere birçok maddenin de parçalara bölündüğünü söylemeliyiz. Açıkçası süper güç ile müttefik(!) olduğumuz sürece böyle bir şeyin de olmasına gerek yoktur. Hiçbir süper güç, kuvvetli bir müttefikinin bölünüp aynı parçadan karşısına bir aktörü daha muhatap tutmak istemez; fakat o ülkenin çok büyüyüp yarın kendi kontrolü altından çıkmasını da istemez. Bunun için zaman zaman destekler, zaman zaman da frenler. Bu topraklar üzerinde yakın ve orta vadede fiziki bir bölünme öngörümüz yoktur. Aslında buna gerek de kalmamıştır. Zaten zihinsel anlamda onlarca parçaya bölünmüş bir fotoğraf karşımızda durmaktadır. Din üst başlığı altında cemaatler, mezhepler; ırk üst başlığı altında etnik ve mikro milliyetçilik; siyaset üst başlığı altında ölümüne savunucu partizanlar; spor üst başlığı altında fanatikler ve daha nice üst başlıklar ve dalları. Kendimizi bölmek için yeterli ortam ve bol miktarda düşünceye zaten sahibiz. Buna rağmen ülkemizde fiziki anlamda ırk üzerinden operasyonlar yapılmasına rağmen istenilen sonuca tam anlamıyla ulaşılamamıştır. Kürtleri temsil iddiasında bulunan silahlı unsurlar, yıllarca mücadele sürdürmesine rağmen Kürtler nezdinde tam anlamıyla karşılık bulamamış ve bize göre –şimdilik- bu damar tasfiye edilerek yerine din/mezhep üzerinden yeni bir harekât faaliyete geçirilmiştir. Tarih boyu çeşitli provaları yapılan bu girişim, artık yeni Türkiye’nin kucağına bırakılan/bırakılmak istenilen felakettir. Bu aslında bir anlamda hamisi olmaya, ‘abisi olmaya çalıştığın Orta Doğu’ya hoş geldin’ mesajıdır.
Her ülkenin, kendi değerleri çerçevesinde yaşayıp kimseyi tahakküm altında tutmayacağı bir dünya kulağa hoş gelse de bu, romantik bir söylemin ötesine geçemeyecek kadar gerçek dışıdır. Başka bir ülkede operasyon yapmak isteyen ya da bu güce sahip olan unsurlar çoğu kez rüzgârı çıkaran değil, yönlendiren pozisyonda olmayı tercih eder. Birinci yolu seçenler, uzun vadeli düşünmezler. İkinci yolu seçenler için ise rüzgârın nasıl estiğinin önemi yoktur. Eğer bir yerde kaos oluşacaksa bunun için bir kişinin ayağının takılarak dahi olsa yere düşmesi yeterli olabilir. Buna rağmen Reyhanlı patlaması, bugünkü kaos ortamının başlangıç adımıdır.
Türkiye, son on yılın en kaotik günlerini yaşamaktadır. Bu süre zarfında hemen her şeyin birbirine girdiğini, sebep ve sonuçların farklı yerlere kaydığını ve iç dinamiklerin hareket ettirilerek nasıl parladığını izlemekteyiz. Bütün kavramlar birbirine karışmış durumda. Düşünmek, araştırmak ve sorgulamak gibi yetileri maalesef oldukça zayıf olan toplum, ağırlıklı olarak ‘his ve izm’ler üzerine kurulu; çok çabuk nefrete dönüşebilen ve yer yer şiddet içeren bir dil üretmenin ötesine geçmekte zorlanmaktadır. Tüm bu kargaşa arasında sağlıklı düşünsel yollar üretebilen küçük bir topluluktan da bahsedebiliriz. Belki de “Neomuhalif” denilebilecek bu topluluk, doğru iletişim kurulursa bu ülke için ciddi bir kazanım olacaktır. Bu süreçte kalıplardan ne dediği anlaşılmayan ideolojiler barındırmaksızın, dengeli bir doğru/yanlış, takdir/tenkit diline nasıl ihtiyaç duyduğumuz da açığa çıkmış oldu. Bu dil aslında iktidar kadar muhalefeti de hedef alan bir dildi. Toplumun çıtası neyse meclis odur. Muhalefet eğer hemen her vakıada salt eleştiri yerine kendi tezini, antitezini, projesini ama en önemlisi dilini geliştirebilseydi, yeni bir dile ihtiyaç olmayacaktı. Buna rağmen muhalefet vekil ve temsilci diğer unsurların kaosa mütevazılığın ötesinde katkılar yapması bir anlamda “Biz beceremedik, sizin eteğinize tutunalım, ya tutarsa” demekten başka bir şey değildir. Maalesef ülkemizde muhalefet, çok kötü oynadığı halde formasını öperek “En azından taraftarı arkama alayım” diye düşünen futbolcuyla benzer bakış açılarına sahiptir. İktidar da yapmış olduğu faaliyetlerin arka plana atılmasının sebeplerini çoğu kez basit argümanlara yaslamaktadır. Özellikle üslup ve tahakkümün nasıl büyük bir perde olduğunun maalesef henüz farkında değildir. Belki de yaşadığımız kaos, bu boşluğun doldurulması konusunda bir filizlenmeye de sebebiyet verecektir; fakat kaosun getirdiği tek kazanç bu olabilecekken götüreceği şeyler çok ağır olabilir.
Bize göre, bu kargaşanın arkasında büyük bir pazarlık masası kuruludur. Türkiye’nin Suriye muhalefetine destek olmaktan başka bir alternatifi kalmamıştır. İktidarın muhalifleri yenerek yönetimi sürdürmeleri durumunda her daim savaş ya da çatışma durumunun olacağı düşman bir ülke ile yan yana yaşamanın zorluklarını bilmektedir. Bu yüzden her platformda iktidarın değişmesi gerektiğini kuvvetle vurgulamaktadır. Türkiye’nin karşısında ise aynı tutumu sergileyen; fakat iktidara destek olan bir İran vardır. Aslında bu iki ülkenin de olayın baş aktörleri olmadığı düşüncesindeyiz. Burada iki taraf varsa birincisi ABD ikincisi ise Rusya ve Çin’dir. Türkiye ile İsrail, Suriye iç savaşına müdahil olan diğer tüm Arap devletleri, bu iki ana tarafın yanlarında yer almıştır; fakat çatışma ortamı ana taraflar üzerinden yürümemektedir. Suriye’nin muhaliflere geçmesi durumunda bölgede bir ABD yanlısı ülke daha olacağını bilen Rusya ile Suriye’yi, lojistik üs ve Ortadoğu’ya karşı kullanan İran rejimi savunmaktadır. Yine enerji ihtiyacının önemli bölümünü İran ve Rusya’dan sağlayan ve ABD karşıtı herkesle müttefik olan Çin de bölgede ABD yanlısı bir devlet istememektedir. PKK’nın “yurt dışı”na çekilmesindeki “yurt dışı”nın da Suriye’nin kuzeyinde kurulması planlanan bir Kürt devleti olması ihtimal dairesindedir. Bize göre, pazarlık masasının aktörleri ve konusu budur. Pazarlıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın bu ülke sıkıntılı bir süreç yaşamaya adaydır; çünkü rejim yanlısı tarafın Türkiye’deki iç dinamikleri harekete geçirebilecek gücü vardır ve bize göre bu kaos ortamı, bahsi geçen tarafın elinde filizlenmiş; Türkiye’nin büyüme potansiyelinden endişe eden Avrupa tarafından da körüklenmiş bir üründür. ABD’nin olaylar karşısında sessiz kalması ise “Müttefikim de olsan duracağın yeri bileceksin” mesajıdır. Yaşanan olayları Batı medyasından daha fazla Suriye rejimi yanlısı ülkelerin medya organları yayımlamış ve yayımlamaya devam etmektedir. Rüzgârın nereye eseceği belli olmasına rağmen hangi hızla ve ne zaman eseceği belli değildir.
Bu toplumun, üzerinde tam mutabakat sağlayacağı çok az şey vardır. Çünkü çeşitlilik adı altında isteyen istediği atı koşturabileceğini, kendi düşüncesinin en iyi olduğunu, diğer düşüncelerin yaşam hakkı olmadığını benimsemiştir. Bu durumda samimiyet ve hoşgörü maalesef akla gelmemektedir. Hemen her konuda dinlemek, empati kurmak ve anlamak yerine; savunmak ve saldırmak üzerine kurulu bir söylem zemini oluşmuştur. Halk kimdir? Eline bayrak, diline marş alan herkes “Benim dediğim olacak, halk benim”dediği müddetçe halktan bahsetmek gerçekçi olmayacaktır. Özgürlük nedir? Sınırsızlığın veya başkalarının alanlarına müdahale etmenin adına “Gerçek özgürlük bu” denildiği sürece bu kavram da havada kalmaya mecburdur.
Canımızı sıkan, yaşadığımız kaotik ortamdan daha çok, bu ortamların süreklilik arz edecek ve ülkemizi derin kuyulara sürükleyecek günler görme endişesidir. Bunun için dışarıda olduğu kadar içeride de ellerini ovuşturan, birileri ölse, bir yerler yakılsa diye tetikte bekleyen insanlar vardır. İdeolojik bataklıklarımızdan, sabit fikirlerimizden, önyargılarımızdan, bizim gibi düşünmeyenleri yok saymamızdan; dili, dini, mezhebi, düşüncesi, takımı ve partisine göre insanları değerlendirmemizden kurtulmadığımız sürece ne üzerimizde plan yapanlar bitecek ne de mutlu olacağız. Bu bataklıklardan kurtulmak için yerli olmaktan, birbirimize saygı duymak ve değer vermekten başka kurtuluş yolu yoktur. Ancak yeni bir dil ile bu noktaya ulaşırız. Kokuşmuş, eskimiş, yalan, dolan söylemlerle varılacak nokta girdaptır. Maalesef medya girdabın oluşması için zeminler hazırlamaktadır. Bu işin bayraktarlığını yapan medya platformlarının en önemli ayağını sosyal medya oluşturmuştur. Çünkü yukarıda fotoğrafını çekmeye çalıştığımız halk için gerçeğin önemi yoktur. Duymak ya da görmek istediği şeyin dillendirilmesi inanması için yeterli sebeptir. Sorgulamak ya da araştırmak aklına gelmez; çünkü düşüncesini besleyecek, nefretini/sevgisini artıracak olan şeyin yalan mı doğru mu olduğu önemli değildir. İnsanların birbirine saygı duyduğu ve sadece diğer tüm kimliklerini kenara bırakıp insan olduğu için kıymet verdiği bir toplum olmak, inanıyoruz ki şu anki durumumuzdan daha kolay erişebileceğimiz bir mertebedir. Buna ulaşmak için çok farklı yollar vardır, ama özellikle eğitim sisteminde köklü değişikliklere gidilmelidir. Öncelikli olarak “eğitim” kavramının düzeltilmesine gerek vardır; çünkü insan eğitilmekten ziyade öğrenime ihtiyaç duyar. Okullarda tepeden tırnağa ezberci sistem yerine mantık, tartışma, farklı düşünme ve empati kurma gibi derslere ihtiyaç vardır.
Bilgi, ancak değer verilirse, emek verilirse, üzerine gidilirse kıymetlenecek ve anlaşılabilecek bir şeydir. Bugün artık her türlü bilgiye çok kısa sürede ulaşabiliyoruz. Hiç emek vermiyoruz, çaba sarf etmiyoruz. Birilerinin belki de ömür verdiği konular parmaklarımızın ucunda keyfimizi bekliyor. Böyle olunca da bilginin değeri olmuyor. Düşüncelerimiz sanal, hislerimiz sanal. İnternet, bize çok şey verdi ama en çok da bilginin değerini yok etti. Değersiz olan önemsiz olur. Kolay ulaşılan kolay tüketilir, kıymeti bilinmez.
Yazımızın başında alıntı yaptığımız söz için kimileri ‘çok doğru/yanlış’ ifadelerini kullanmış olabilir. Kimileri sözü çoktan unutmuş olabilir. Kimileri de sözün sahibi kimdir nedir diye hiç bakmadan sırf karşısında bu yazıyor diye buna inanmış olabilir, bilemiyoruz. O söz aslında bir alıntı değil, yazıya başlarken tarafımızdan yazılmış bir sözdür. İmzada yazan kişi de gerçek değil, o an aklımıza gelen bir karakterdir. Demek istediğimiz şu: “Gördüklerimiz bizi mutlu da mutsuz da etse gerçeğe ulaşmak için engel teşkil etmemeli. İstediğimize ulaşmak yerine, gerçeğe ulaşmayı istemek çok kaliteli akıl ortaya çıkaracaktır.”
“Modern çağ, üretilenden daha fazlasını tükettirmek isteyen bir zaman dilimidir.”
G. Arthoid Samulla*
Günümüz dünyasında egemen güç olmanın en önemli yolu üretimin kontrol edilmesinden geçiyor. Kimin neyi ne kadar üreteceği, hangi ölçülerde ekonomik güce ulaşacağı hep bu mekanizma tarafından dengeleniyor. Bu çarka karşı çıkan, potansiyelini sonuna kadar kullanmak isteyen ya da verilenden ötesine talip olan ülkelerin/iktidarların üzerinde bir şekilde operasyonlar düzenleniyor. Bu güçlerin belirlediği sınırlarda kalanlar ise kendilerine belirlenen süre nispetince ayakta kalabiliyor. Somali bundan yirmi, otuz yıl öncesine kadar özellikle hayvancılık alanında güçlü bir ülkeydi. Nüfusundan fazla büyük ve küçükbaş hayvana sahipti. İhtiyaç fazlası hayvanlarını ihraç etmesi bile söz konusuydu. Batının “Size karşılıksız maddi destek sağlayalım, büyük mezbahaneler kurun ve köylerde ne kadar hayvan varsa buralarda kesip, ihraç edin.” diyerek verdiği milyarlarca dolarlık yardımlar neticesinde ne devlet ne de halk bunun sonuçlarını doğru okuyamadı ve Somalili köylüler ellerindeki hayvanları mezbahalara gönderdi. Üretim olmadan var olanın hızlıca ihraç edilmesi neticesinde Somali açlıktan ölen insanların ülkesi konumuna düştü. Elbette verdiğimiz örnek bu fotoğrafın tek sebebi değil; fakat batı aklının nasıl çalıştığını görmek açısından oldukça önemli.
Modern çağ bize çabuk yaşamayı öğretti. Her şeyimiz hızlıca gelişti. Çabuk tepki verdik, çabuk kabullendik ama en çok da çabuk unuttuk. Her şeyin çok hızlı geliştiği bir zamanda duygular da kolay yönetiliyor. Modern çağın bizi içine hapseden bir simülasyon cihazı olduğunu fark edenler o cihazın en azından kapısını açmaya çalışıyor. Fark edemeyenler ise kapalı bir kutuda oturup, karşısındaki binlerce ekrandan istediğini seçip, o filmi izliyor, o hayatı yaşıyor. Kendi seçtiği için buna özgürlük diyebiliyor. Bu noktada cihazı kimin yönettiğinin, ekranda hangi senaryoların döndüğünün önemi kalmıyor. Önemli olan bireysel tercih oluyor. Bu cihazı yönetenler en başta özgürlüğün sınırlarını belirliyor. Cihazın kapısını açmak baskın oranda çoğunun aklına bile gelmiyor.
Toplum olarak oldukça umursamaz bir yapıdayız. Şehirlerimiz müteahhitler tarafından yamalı bohçalara çevrilmiş. Çok övündüğümüz kalıntılarımız sokağın vicdanına terk edilmiş, surlarımız tinercilerin yuvası olmuş, tarihi çeşmelerimizin ne muslukları ne yazıları kalmış. Yıkılmış, harabeye dönmüş, üzerine apartman dikilmiş yüzlerce kadim yapımız var. Hemen her şehirde bir ülke kadar tarihi esere ev sahipliği yaptığımızı iddia edip, bunlar karşısında olanca umursamazlığımız günümüz mimarisine de yansımış. Adına çarpık yapılaşma dediğimiz bir mimari aslında toplumun aynada kendini görmesi meselesidir. Kentsel dönüşüm eğer mahalle kültürü ve estetik barındırmayacaksa insanların daha da yalnızlaşmasına yol açacaktır. Yaşadığı şehrin mimari yapısını dert edinen insanlar bu kaygılarını kemikleşmiş ideolojilere kılıf etmeden dillendirdiği taktirde kuşkusuz daha fazla mesafe alınacaktır.
İki ay öncesine kadar yalnızca İstanbul dışında yaşayanların değil, İstanbul’da yaşayanların bile çok büyük bir bölümü tarafından bilinmeyen; toplum nazarında ne kadar uygunsuz hareket varsa hepsinin yapıldığı ve doğal olarak güvenlik konusunda da oldukça problemli bir yer olan Gezi Parkı özelinde çevre hassasiyetiyle başlayıp, “İktidar gitsin de nasıl giderse gitsin.” durumuna evrilen olaylar zinciri bize göre yeni bir çatışma metodunun da göstergesi niteliğindedir. Ülkeler artık birbirlerine fiziki anlamda müdahalede bulunmak yerine farklı yöntemler kullanıyor. Elbette halihazırda savaş durumunun sürdüğü ülkeler vardır; fakat bundan yetmiş yıl öncesine baktığımızda karşımıza çıkan manzara ile bugün arasında önemli bir fark olduğu tartışmasız bir gerçektir. Egemen güçler, zayıf karna sahip ülkelerde klasik metotları kullanırken, bu yöntemlerin işe yaramayacağı ülkelerde de yeni metotlar geliştirmiştir. Bunlara değinmeden önce Gezi Parkı olaylarının çıkış noktası olan çevre ve şehir planlama hassasiyeti üzerinde durmak istiyoruz. Her ne kadar pratikte karşılığı olmasa da yeryüzünde hemen herkesin üzerinde ortak mutabakat sağlayacağı şeylerin başında yeşil alanların ve denizin korunması, insanı rahatlatacak alanların genişletilmesi gibi şeyler gelmektedir. Bu istek temelde en öncelikli hak olarak gözükse de bırakın devlet politikalarını, konuyla ilgili faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları bile siyasi, ekonomik v.b. sebeplerden ötürü bu isteği hak arama adı altında farklı bir zemine kaydırmıştır. Bu söylem de maalesef ideolojik körlük merkezli, maskeli yüzler balosuna dönüşmüş ve muhalif unsurların her daim kullanabileceği gizli bir silah olmuştur. Muhalefet kültürleri, iktidarı doğru zemine kaydırmak yerine kendi zeminine kaydırmak olan ülkelerde, çevre hassasiyeti unsuru, diğer birçok haklı sebeple birlikte masum bir ambalaj rolüne bürünüp, neticede amacından uzak, iktidara zarar verici bir yöntem olarak hayat bulmuştur. Yol, köprü, baraj, mahalle ve türlü yapılanmaların iktidarlara artı puan sağlayacağını görenler, bu ve benzeri masum ambalajları kullanarak artı puan sağlamayı hedeflemiştir.
Bu konuda hassasiyet sahibi olduğunu iddia edenlerin ortaya koyduğu argümanlarla, iktidarın argümanları çoğu kez kendi tabanlarından destek görmüş, iki tarafın da doğru yol izlediğine biat edilmiştir. Zaten zihinsel anlamda neresinden tutsanız parçalara bölünmüş ülkemiz için bu durum yeni bir cephe yaratmıştır ve beraberinde iki taraf da talebini “halk için” üst başlığına yaslamıştır. Elbette her ülkenin cepheye bölünmüş en azından iki düşüncesi olduğunu söylemek mümkün. Ülkemizdeki farkı belki de en iyi ifade edebilecek kelime samimiyet. Bize göre ihtiyaç duyduğumuz öncelikli şey samimi bir dil üretmekten geçmektedir. Bu samimiyet, “Siz çevre katilisiniz.” ile “Daha önce neredeydiniz?” arasında sıkışmamalıdır. Doğa ve insan birbirlerine muhtaç canlılardır; fakat insan, diğer tüm canlılardan daha değerlidir.
İstanbul’da hemen herkesin el ele verip çevre hassasiyeti göstermesi gereken ilk alan İstanbul Boğazı’dır. Yalnızca İstanbul’da yaşayanların değil, tüm dünyanın bildiği İstanbul Boğazı’nın dibindeki villa ve yalılardır. Birileri her sabah dalgaların sesiyle uyanacak, denizi seyredip kahvaltısını yapacak diye binlerce insan boğaz yerine dört beş metrelik beton setler görmek zorunda değildir. Bizim için buralarda yaşayan insanların iktidar yanlısı ya da karşıtı olmaları önemli değildir. Toplumun ortak kullanım alanını gasp ettiklerini bilmeleri yeterlidir. Aynı durum çay bahçesi adı altında sandalye masa koyduğu her yeri kendi malıymış gibi gören ve sadece manzara satan işletmeler için de geçerlidir. Dünyanın birçok önemli şehrinde büyük meydanlar vardır. Hatta Avrupa şehirlerinde hiçbir şey yoksa bile meydan vardır. Dünyanın yirmi dört saat yaşayan birkaç şehrinden biri olan İstanbul’un da bu anlamda bir meydana ihtiyacı olduğu açıktır.
Türkiye, başta siyasi mekanizmaları olmak üzere birçok alanda hızlı gelişme kaydeden bir ülke. Üretim ve alternatif kanallar sağlama konusunda ise arzu edilen düzeyin oldukça altında. Üretim ve tüketim arasındaki derin uçurum her geçen yıl azalma kaydetse de hâlâ ciddi bir farktan bahsetmek mümkün. Türkiye, üretim damarlarını ne zaman güçlendirmek istese engellerle karşılaşıyor. Bu aslında potansiyel gücün açığa çıkması durumunda belirecek güçlü Türkiye fotoğrafının verdiği rahatsızlıktır. Bize göre en büyük problem, zaten az olan bilgi üretiminin korunamayıp, etrafının yalanlarla çevrili olması karşısında yeterli önlemin alınamamasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz “yeni metod”lardan biri de, bilginin istenilen bir silaha dönüştürülmesidir.
Mısır’da son bir ayda yaşanılan gelişmeleri de bu çerçeveden değerlendirmek mümkün Yıllarca dikda ile yönetilen ve bir anda kendisini demokratik ülke konumunda bulan Mısır, gelişmemiş demokratik sistemi neticesinde tek hamlede büyük bir kaosa sürüklenmiştir. Türlü masum talepler adı altında uzun süredir devam eden gösteriler neticesinde seçilmiş bir iktidar, atanmış bir ordu tarafından görevden alınmıştır. Türkiye’de yaşanan gelişmeler ise, halk dışında iktidarı değiştirebilecek unsurların varlığına inanan; fakat bunu artık imkânsız gören insanların umutlarını yeşertmiş, çıkan rüzgara nefesleri ve yelkenleri yettiğince destek vermelerini sağlamıştır. Günümüz Türkiye’sinde iktidarın halk nezdinde alternatifinin olmadığı çok açık. O halde iktidar düzen dışı yöntemlerle devrilmese bile itibarsızlaştırılıp, oy kaybına uğrayabilir. Yeni metot dediğimiz şey ise bu itibarsızlaştırmanın yalan bilgiyle yapılmasıdır. Son on yıldır oldukça dar bir kesimde kalmış Ulusalcı, Kemalist; hadi adını açıkça koyalım tarih boyunca İslamcılar, İslami parti ve iktidarlarından nefret eden kimselerin ürettiği haberler, özellikle sosyal medya kanalıyla toplumun geniş kesimlerine ulaştırılmıştır. Bu yolla çok az kişi tarafından takip edilen ve bahsi geçen düşüncelere ait gazete ve dergiler ile köşe yazarları birdenbire milyonlarca insana ulaşabilmiştir. Zaten kulaktan dolma bilgilerle ayakta duran; sorgulama, kafa yorma çaba sarf etme nedir bilmeyen bir toplumda bu yöntem ciddi karşılık bulmuştur. İktidar ve buna bağlı tüm unsurların söylem ve eylemlerini ellerini ovuştururak bekleyip “Hadi bir açık yakalasak da bağırıp çağırsak.” diye bekleyen yazar ve programcılar tarafından haberleştirilip, topluma sosyal medya vasıtasıyla yansıtılması insanlara bilgi verilmesi değil, ideolojik dayatmanın ürünüdür. Günümüz iktidarının bu metodu doğru okuyamadığını düşünmekteyiz. İktidara bağlı kimseler arasında sivrilip, önemli makamlarda olup da sosyal medyada alay konusu edilmemiş, aşağılanmamış, itibarsızlaştırılmamış bir kimseden bahsetmek neredeyse mümkün değildir. Bu itibarsızlaştırma yeterli görülmemiş olacak ki, içerisine nefret de yerleştirilmiş ve çoğunlukla kimlik arayışında olan gençlerin önüne tercih olarak sunulmuştur. Bu mekanizma yapılan onca emeğin bir tek sözle silinip atılabilmesi üzerine kurgulanmıştır.
Batı, İslamcıların ya da İslam toplumlarının hiçbir zaman iktidar olup, büyük işler yapmasını sevinçle karşılamaz. Onlar için tekbir getirip boğaz kesen, kadını ikinci sınıf gören, hiçbir şey üretemeyen, mezhep çatışmaları yaşayan müslüman ideal müslümandır. Bu, hem islamafobyanın hem de islam ülkelerine uygulanan baskının gerekliliğidir. Masum ve haklı talep diye sunulan kutuların içlerinde ne olduğunu görmek zorundayız. Ülkemizde ise var olan bilgi karışıklığı bunun yapılmasına pek müsaade etmiyor. Bu sorgulamayı yapmaya çalışanlar bir anda hedef tahtasına konulabiliyor. Düne kadar yere göğe sığdırılamayıp da “Ben bu paketi süsüne kanıp almam.” diyen nice insan bu süreçte yerden yere vuruldu. Birilerinin büyük mezbahalar kurma vaadiyle kucağımıza türlü paketler bırakmış olabileceği bilincinde olmak günümüz Türkiye’sini okuyabilmenin en önemli bilgisidir. Bize göre tam da bu noktadan başlamak, paketi açıp içinde ne olduğunu sorgulamak, bu topraklara değer veren her insanın önceliği olmalıdır.
Bu makale 2 bölüm halinde 2013 gezi parkı eylemleri sırasında yazılmış, öngörüler bugün yaşanan gelişmeleri teyit ettiğinden tek bölüm haline getirilerek yeniden yayınlanmıştır.
Nurdal Durmuş
Büyük Tahammülsüzlüğümüz ve Ortadoğu’ya Hoşgeldin
Nurdal Durmuş Sosyal Medya Hesapları.
Takip Etmek İçin;
*bir önceki yazının son paragrafı
İlgili
Yazı dolaşımı
1977 Artvin – Şavşat Doğumlu. Uluslararası İlişkiler Mezunu. İnsanlık yararına, gönüllü iyilik faaliyetlerinde bulunmak için 35 Ülke dolaştı. Gençlik projeleri yazdı ve yürüttü. Aktif olarak gençlik ve gönüllü aktivitelerin içinde yer aldı. Ayrıca toplum ve gençlik alanında sosyolojik incelemeler kaleme aldı, radyo ve televizyon programları yaptı. Birçok Stk için gönüllü yönetim süreçleri tasarladı, yönetim süreçlerinin içerisinde yer aldı. Türk Kızılay gönüllü yönetim sistemi, Genç Kızılay ve Türk Kızılay Kadın gönüllü yapılanmasına öncülük etti. Türk Kızılay kamplarının içerik ve hedef gurup olarak yeniden yapılanmasını sağlayarak tematik kamp konseptleri geliştirdi. Gönüllü faaliyetler, gönüllü yönetimi, gönüllü projelerinin yanında ülkelerin, sosyal hayatlarına dair yazdığı kitabı yakında tamamlanmış olacak. Şimdiye kadar; İzdiham, Ay Vakti, Temrin, Yolcu, Ayraç, Otuzuncu Harf vb. edebiyat ve kültür dergilerinde yazdı, bazılarında yazmaya devam ediyor. Ulusal ve yerel TV'lerde, radyo istasyonlarında metin yazarı, editör ve danışman olarak görev yaptı. 2005 yılında Hayata Başlık Atamadım isimli günlük denemelerinden oluşan bir kitap yayınladı. İkinci kitabı Hiç Sesler 2015 yılında okurla buluştu. Şimdilerde Türk Kızılay Gönüllü Yönetimi Direktörü olarak Hilalin gölgesinde, insanlık ve iyilik uğruna çalışan insanlık için çaba gösteriyor. Ara sıra ceplerine çakıl doldurup deniz taşlıyor. Hayatın kısa, kısadan da kısa olduğunu düşünüyor. Dahası mı? Şiir okuyor, kitap okuyor, ayet okuyor, şarkılara eşlik ediyor, ıslık çalıyor, yazıyor ve şükrediyor! Kaldırım kenarına oturup karıncalarla konuşuyor. Dünyayı iyiliğin ve vicdan sahibi insanların kurtaracağına olan inancını henüz kaybetmedi. Biliyor ki; Yapılacak çok iş, gidilecek çok yol, okunacak çok kitap, görülecek çok ülke, el uzatılacak çok yetim, iyileşecek çok yara, insanları kurtarmamız gereken çok savaş, ziyaret edilecek çok dost, yazılacak çok yazı, edilecek çok dua, onarılacak çok kalp, bunlar için çok az zaman var!