6 Ekim 2014

Bayram Zaten İyiydi. Keşke Biz de İyi Olabilseydik!

ile Nurdal Durmuş

Bayram sabahı…
İlk işim evimizin pencerelerini açmak oluyor.
İçimden bir ses “Pencereleri aç, hemen aç, hızlıca!” diyor.

Sanki odalara, ruhsuzluğumuza, dünya yutmuşluğumuza nasip ve bahar dolacak. Sanki güneşe bir adım daha yaklaşacağız.

Beton duvarlı evlerimizden bayramın coşkulu caddelerine çıkıyoruz. Her tarafta akıl almaz bir heyecan var. Daha dün incir çekirdeğini doldurmayacak konular yüzünden tartışan iki komşumuz, kol kola bayram namazı telaşında.

Ailemde bayram namazlarına geç kalışıyla meşhur bir adam bilinirim. Yeğenim Ömer, ‘Nurdal bir gün imamın arkasında bayram namazı kılacak kadar camiye erken giderse kıyamet alametidir.’ diyerek dalgasını geçiyor.

Haklı, yine geç kaldım.

Ayakkabılıkta bir yer buluyor, sıkışıyorum.

Ayakkabıların içinde bir çocuk, elinde ‘biricik’ yazan bir poşetle kapıda yüzü bize[cemaate] dönük oturuyor.

Yüzüne bakıyorum gözlerini kaçırıyor. Resmini çekmek istiyorum cemaatten korkuyorum.

Nihayet bütün cesaretimi toplayıp çaktırmadan yukarıda gördüğünüz fotoğrafı çekebiliyorum.

İmam yardımlaşmadan, eti nasıl dağıtacağımızdan, insanoğlunu iyi edecek bütün davranış biçimlerinden klasik metinlerle, akıcı olmayan ve kendisinin de alıştığı, yeni bir şey söylemediğinin farkında olarak konuşup duruyor. Mahalle camisinin cenaze kaldırmak için bir alanı ve musalla taşı yokmuş. Ben yeni farkına vardım. İmam, “Yardımlar bol olsun!” diyerek kurnaz tüccarlar gibi bayramı ticarete kurban ediyor. Galiba ölmeden bunu bilmem iyi oldu.

Namaz bitti. Cemaat, camiyi yangın yerinden kaçışır gibi terk ediyor. Üstelik ayakkabılıkta bekleyen çocuğun ruhunu öldürerek… Bir cesedi ite-kaka ezdiklerinin farkına varmadan… Az önce hoca ne anlatmıştı? Kimse dinlemiyorsa neden geldiniz? Sanırım musalla taşı için yeterince para toplanmıştır ama henüz taş yerine dikilmeden, üstelik yaşayan bir çocuk gömüldü kimse farkında değil.

Dışarı çıktım, başını okşadım. Gözleri dolmuştu.

Camiden kalbine umursanma hissi bırakarak ayrıldım.


İnsanlar bilmedikleri işin mağduru olmaya meraklı. Haber bültenleri acemi kasap haberleriyle dolu. Yaralanan, belini inciten, çifte tekmeyle savrulan, tosunun boynuzlarına hedef olan acemi kasaplar… Belediye bizim yerimize bu işleri profesyonelce yapıyor. Ne bu zorlama ey millet, anlayamıyorum sizi! İnsan olmaya çalışsak mesela… Kurban kesme işini bilene bıraksak, zorlamasak ve zorlanmasak… Çevreyi kirletmesek, inat etmesek…

Saçma sapan cesaretler kuşanıp savaşmasak ve bayramı eziyete dönüştürmesek…

Cep telefonuma bir sürü mesaj gelmiş. Benzer şeyler. Oysa insanlar kendi cümlelerini üretmeli. Samimiyet kötüde olsa bizim içimizdir. Maske kuşanmadığımız sade halimiz daha güzeldir.

Sonra sen aradın…

-Alo!

-Alo!

-İyi bayramlar!

-İyi bayramlar, çok teşekkür ederim.

-Dün arayacaktım ama ziyaretler falan arayamadım.

-Yok ca… önemli değil.

[Niye o aramalıydı ki? Ben de arayabilirdim.]

Özenle harfler çıkartıyoruz cebimizden. En azaltılmış kelimelerden, en basit, en soğuk cümleler kurguluyoruz. İçimizde müthiş tedirginlik birikmiş. Çok dikkatliyiz, neden acaba?

Neden anlayamadık birbirimizi?

Bütün kelimeler buz dağından kopup boğazımızda donuyor. Her cümleyi buzdolabından çıkartıp kurguluyor gibiyiz.

Oysa eskiden böyle miydi?

Ne kadar azaltmışız birbirimizi.

Bunu kendimize neden layık görüyoruz. Biz, birbirimiz iyi olduğunda iyi olabilecek kadar hasta insanlarken, neden birbirimizi kötü ediyoruz.

-Sonra tekrar görüşürüz. İyi bayramlar.

-İyi bayramlar.

[Bayram zaten iyiydi. Keşke biz de iyi olabilseydik!]

Nedense bayramları hep iki günmüş gibi algılıyorum. Üç ve dördüncü günlerin 90 dakikası tamamlanmış maçın uzatma dakikalarına benziyor. Yine de Bayramlar, yerkürenin en dış kabuğuna nefes almak için kafasını vurarak çatlatmaya uğraşan insanoğluna Allah tarafından uzatılmış bir hediye gibi. O deliğin açılmasıyla insanlığın güneşle kucaklaşması, soluklanması gibi bir his veriyor. Allah’ın ellerimize bahar kokulu bayramlar gönderiyor, güneşi daha içimize vurdurup aydınlatıyor. Tekbir sesleri dünyayı kuşatan bir halka gibi İstanbul’dan mağribe uzanıp birliğimizi pekiştiriyor. Sanki Bayram bitince de açılan bu delik kapanıyor ve yeniden boğulmamak, soluklanmak için kafamızı yerkürenin duvarlarına vurmaya devam ediyoruz. Ta ki, bir sonraki bayram gelene kadar…

Mezarlıktayım.

Tanıdığım biri yok. Ölünce, arkamdan gözyaşı dökecek biri olsun diye gittim.

Biri beni ziyarete gelecekse “sen” ol lütfen!

Selam ver bana ve rahmet oku!

Sadece utançları olan bir adam olmadığımı bil!

Sadece sakladığı sırları ve yalanları olan bir adam olmadığımı da…

Düşündüğün her neyse, o duygudan hep daha fazlası olduğumu da bil!

 

Kurban Bayramı 2011
Nurdal Durmuş